1. 273 dəfə oxunub ,   0 şərh   Çap et

101 – Sefer esnasında kâfirlerin size bir fenalık yapmasından endişe ederseniz namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.

Gerçekten kâfirler sizin besbelli olan düşmanlarınızdır. [73,20]

102 – Ey resulüm! Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tâbi olarak namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar.

Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesinler.

Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tâbi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silahlarını da yanlarına alsınlar.

Kâfirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler.

Eğer yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak ki Allah kâfirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.

Yolculuk sırasında dört rekatlı namazlar iki rek’at kılınır ve buna kasr denilir. Düşman korkusu olmasa da 90 km. lik mesafeye gitmekle dinen yolcu sayılıp kasr yapmak gerekir. Hanefi mezhebine göre kasr vacip, Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde ruhsattır, Sünnet olarak kısaltılır.

Düşmanla savaş devam ettiğinde, bu âyette tarif edilen namaz kılınmaz. Namazlar ertelenir, kazaya bırakılır. Nitekim Hendek savaşında Hz. Peygamber (a.s.) bir günün dört vakit namazını kılamamıştı.

Fakat sıcak çatışma olmayan bir savaş ortamında yahut yangın, sel gibi bir güvensizlik ortamında salat-ı havf (korku halindeki namaz) kılınır. Hz. Peygamber (a.s.) bunu müteaddit defalar uygulamıştır.

Hanefi mezhebine göre şöyle kılınır: Cemaatin bir kısmı düşman karşısında dururken öbür kısmı imama uyar. İki rek’atli namazın ilk rek’atını, üç veya dört rek’atlı bir namazın da ilk iki rek’atını imamla beraber kılar. İkinci secdede, veya birinci ka’dede teşehhütten sonra düşman cephesine gider. Bu defa öbür kısım gelerek imama uyar, onunla beraber geri kalan rek’atları kılar, tekrar düşman karşısına gider. İmam kendi başına selam verir, namazdan çıkar. Birinci kısım döner gelir, namazını kıraatsiz olarak tamamlar, selam verir, düşmana karşı gider. Sonra ikinci kısım gelir, namazını kıraatle tamamlayıp cepheye gider. Bununla beraber, bu zümreler, bulundukları yerde de namazlarını tamamlayabilirler.

103 – Namazı tamamladıktan sonra, gerek ayakta durarak, gerek oturarak ve gerek yanlarınız üzerinde uzanarak hep Allah’ı zikredin.

Derken, korkudan güvene kavuştunuz mu, o vakit namazı tam erkâniyle eda edin.

Çünkü namaz belirli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.

“Namaz dinin direğidir.” “Kulu, Rabbine ulaştıran bir miraçtır.” “Vakitleri belirlenmiş bir farzdır.” İslâm’ın en büyük ibadetidir.

104 – Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik göstermeyin.

Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümid edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

105 – İnsanlar arasında Allah’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Artık hainlerin müdafaacısı (avukatı) olma.

106 – Allah’tan af dile. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).

107 – Ve kendi öz canlarına hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah, hainlikte ve günahkârlıkta çok aşırı olanları asla sevmez.

108 – İnsanlardan gizlemeye çalışırlar da, Allah’tan gizlemeyi düşünmezler.

Halbuki onlar Allah’ın razı olmayacağı tezviratı planlarken O hep onların yanında idi. Zaten Allah, onların yaptıkları ve yapacakları her şeyi ilim ve kudretiyle ihata etmiştir.

109 – Haydi diyelim, siz bu dünya hayatı bakımından onları savundunuz, peki yarın kıyamet günü kim Allah’a karşı onları savunacak? Yahut kim onların vekili olacak?

Benî Zafer kabilesinden Tu’me, komşusu Katade’nin zırhını çalmış, bir un dağarcığının içinde götürüp Zeyd adlı bir Yahudinin evine bırakmış. Katade Tu’me’den şüphelendiğini söylemiş. O ise, bilmediğine yemin etmiş, evi de aranmış, zırh bulunamamış. Sonra un izinin Katade’nin evinden Zeyd’in evine gittiği tesbit edilmiş. Zırh Zeyd’de çıkınca, bunu Tu’me’nin bıraktığını söylemiş. Delil Zeyd’in aleyhinde. Bazı Yahudiler Zeyd’in lehinde şahitlik edip suçsuz olduğunu söylemişler.

Benî Zafer konuyu bir aile haysiyeti şeklinde ele alarak Tu’me’ye iftira edildiğini, hırsızın Zeyd olduğunu, zaten delillerin de bunu gösterdiğini öne sürerek davayı Hz. Peygamber (a.s.)a götürdüler. Hz. Peygamber Tu’me’nin yeminine, Benî Zafer gibi müslüman bir kabile mensuplarının tezkiyelerine ve zahiri delillere bakarak Tu’me’nin suçsuz olduğuna temayül eder gibi oldu. Fakat tam hüküm vereceği sırada 105-115. âyetler vahyedildi.

Bu olay, Peygamberin risâletinin gerçekliğine ve Kur’ân’ın evrenselliğine, tarafsız ve Allah katından olduğuna parlak bir delildir. Kur’ân “Biz” den olan koca müslüman bir kabile aleyhine, bir Yahudinin haklılığını ilan etmekten çekinmez.

110 – Kim kötülük eder veya günah işleyerek nefsine zulmeder de sonra Allah’tan af dilerse, Allah’ı gafur ve rahim (affı ve merhameti bol) bulur.

111 – Kim günah kazanırsa, onu sırf kendi aleyhine kazanır. Allah her işi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

112 – Kim bir hata (küçük günah) veya büyük günah işler, sonra onu masum olan birinin üstüne atarsa, bir iftira ve pek kesin bir vebal yüklenmiş olur.

113 – Eğer senin üzerinde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir zümre seni bile, hükümde şaşırtmaya yeltenmişlerdi.

Fakat onlar yalnız kendi kendilerini şaşırtırlar, sana hiçbir zarar veremezler.

Nasıl zarar verebilirler ki Allah Sana kitap ve hikmeti indirmekte ve sana bilmediklerini öğretmektedir. Gerçekten Allah’ın senin üzerindeki lütfu pek büyüktür. [42,52-53; 28,86]

114 – Onların kendi aralarında yaptıkları gizli görüşmelerin, fısıldaşmaların çoğunda hayır yoktur.

Bu görüşmelerde hayır olması için onların muhtaçlara yardımı, güzel bir davranışı yahut dargın insanların arasını bulmayı gözetmeleri gerekir.

Kim Allah’ın rızasını arzulayarak bunu yaparsa, Biz de ona çok büyük mükâfat veririz.

115 – Her kim de, hidâyet yolu kendisine iyice belli olduktan sonra, Resûlullaha muhalefet eder ve müminlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, Biz onu döndüğü yolda bırakırız. Fakat âhirette kendisini cehenneme koyarız. Orası ne fena bir varış yeridir! [68,44; 61,5; 6,110; 37,22; 18,53]

Bu âyet, İmam Şafî’nin dediği gibi, icmâ delilinin dayanağıdır.

Durumu 109. âyetin açıklanmasında geçen Tu’me, suçu sabit olunca hakka teslim olacak yerde, maalesef kaçmış, dinden dönüp Mekke müşrik kampına iltihak etmiş, orada da hırsızlık alışkanlığı sebebiyle birkaç kere kovulup sonunda, bir tüccar kafilesinden mal çaldığından dolayı ölünceye kadar dövülmüştür.

116 – Şu kesin ki: Allah Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama dilediği kimse hakkında bunun altındaki diğer günahları affeder. Her kim Allah’a şirk koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur. [4,48]

117 – Allah’tan başka onlar sadece bir kısım kadınlara tapıyorlar ve onlar, aslında Allah’ın lanet ettiği o inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. [53,19; 43,19; 37,158-159; 34,41]

Hiç kimse “şeytana tapıyorum” demez, fakat “işi gücü şeytanlık olan”, hep şeytanı sevindirecek işler yapan kimse, ona ibadet ediyor demektir.

118-119 – O şeytana ki: “Ya Rabbî, Senin kullarından mutlaka bir pay edineceğim. Mutlaka onları saptıracağım, onları birtakım temennilerle oyalayacağım. Onlara davarlarının kulaklarını yarmalarını emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” dedi. Her kim Allah’ın yerine şeytanı dost edinirse, şüphesiz besbelli bir ziyana girmiştir. [5,103; 7,30; 16,63]

Burada Cahiliye araplarının bazı uygulamaları kınanmaktadır. Putlar namına kesilmek üzere adak edilen hayvanların kulaklarını yararlardı. Çocukların başlarında putlar namına bir mikdar saç bırakır, cildi mavi renkle boyar, fıtratı değiştirir, bazı mahlûklara tapınırlardı.

Fakat şuna dikkat etmek gerekir ki, Kur’ân dünyadaki varlıklar üzerinde, münasip biçimde yapılan değişiklikleri reddetmez. Aksi takdirde medeniyetin tümü, şeytanın saptırması olurdu. Oysa medeniyet, Allah tarafından yaratılan şeylerin düzgün bir şekilde kullanılışından başka bir şey değildir. Kur’ân’ın şeytânî değiştirmeler diye reddettiği husus, insan fıtratının ve eşyanın (yani varlıkların) Allah’ın verdiği tâbiî fonksiyonların aksine kullanılması olayıdır.

120 – Şeytan onlara sadece vaadlerde bulunur, birtakım kuruntularla oyalar. Şeytan aslında onlara kuru bir aldatmadan başka ne vaad eder ki! [14,22; 4,123; 99,7-8]

Şeytanın aldatma yolları sayılamayacak kadar çeşitli olup, nefislere de caziptir. İnsanı en zayıf tarafından aldatmaya çalışır.

121 – İşte öylelerinin varacakları yer cehennemdir ve oradan kurtuluş için hiçbir çare bulamazlar.

122 – İman edip makbul ve güzel işler yapanları, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz.

Bu Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?

123 – Allah’ın vaad ettiği bu mükâfat, ne sizin temennileriniz, ne de Ehl-i kitabın temennileri ile elde edilmez.

Kim kötü iş yaparsa onun cezasını bulur ve Allah’tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulamaz. [2,80.105.111] {KM, II Tarihler 20,7; İşaya 51,8}

124 – Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez.

125 – Hep iyiliği şiar edinmiş olarak, yüzünü ve özünü Allah’a teslim edip bir de İbrâhim’in tevhid dinine tâbi olan kimsenin dininden daha güzel din olabilir mi? Bundandır ki Allah İbrâhim’i dost edinmiştir. [46,16; 3,68; 16,123; 53;37; 2,124; 16,120-121]

126 – Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Allah ilmi ve kudreti ile her şeyi kuşatır.

Allah ilmi ve kudreti ile her şeyi kuşattığına göre, O’na isyan eden kimse cezadan kurtulamayacağını iyice kafasına yerleştirmelidir.

127 – Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki hükmü Allah size açıklıyor: Haklarını vermeyerek nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlarla küçük, zayıf yetim çocukların haklarına dair hükümler size bu kitapta okunup duruyor.

Yetimlerin haklarını vermekte tam adaleti gözetin. Yaptığınız her iyiliği, Allah mutlaka bilir.

Kadınlar hakkındaki soruya, cevap doğrudan doğruya değil, ilgisi dolayısıyla, yetim kızlara dair bir girişten sonra 128-134. âyetlerde geliyor.

Cahiliye devrinde erkekler yetim kızları himaye ediyorum diye yanlarına alır, mallarına da sahip olurlardı. Erkek güzelliğini beğenirse yetim kızla evlenir, malını yerdi. Çirkin bulur evlenmezse, malından yararlanmak için evlenmesine mani olurdu.

Küçük çocukları ise mirastan mahrum bırakırlar, sadece büyük erkekleri varis yaparlardı.

128 – Eğer bir kadın kocasının ihmalinden ve kendisinden yüzçevirmesinden endişe ederse,

Bazı fedakârlıklar göstererek sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Barışma, elbette daha hayırlıdır.

Nefisler menfaatlerine düşkün yaratılmıştır.

Ey kocalar! Eğer siz iyi davranıp arayı düzeltir, kadınların hakkını çiğnemekten sakınırsanız unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır. (İyi davranışlarınızın karşılığını size fazlasıyla verecektir).

Kur’ân’ın gönderildiği ortamda, bir erkek, hiç bir sorumsuzluk duymaksızın istediği sayıda kadınla evlenebiliyordu. Nisa sûresinin 3. âyeti bunu en fazla 4 kadın ile sınırladı. Kadınlara mehir hakkı verdi, mirastan pay ayırdı. Eşler arasında titiz bir adaleti şart koştu. Bazı durumlarda bu eşitliği uygulamak çok zor olmaktadır. Mesela: Kadın kısır ise veya hasta ise bu yüzden de cazibesini yitirmişse veya cinsel birleşme için uygun değilse, erkek ikinci bir eşle evlendiğinde bazı problemler çıkmaktadır. Adil davranması zor diye ilk eşini boşaması çare midir, insafa sığar mı? Yahut olur ki, ikinci evlilikten sonra eşi, kocası ile birleşmek istemez, ama kocasının boşamamasına karşılık bazı haklarından feragat etmeye razı olur. Bu takdirde bu, adalet şartına aykırı sayılır mı? İşte bu bölüm bu meseleleri ele alır. Mesela “barışma elbette daha hayırlıdır” diyerek bazı feragatlarla evliliğin devamını teşvik eder. Menfaatları ve kaprisleri kontrol etmek gerektiğine işaret eder. Eşlerden her biri de, koca da hadlerini bilmelidirler.

129 – Ey kocalar! bütün benliğinizle isteseniz dahi eşleriniz arasında tam adaleti sağlayamazsınız.

Öyleyse bir tarafa büsbütün gönlünüzü kaptırıp da öbürünü kocasızmış gibi bir vaziyette bırakmayın.

Eğer arayı düzeltir, işlerinizi iyileştirir ve haksızlıktan sakınırsanız, unutmayın ki Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).

İslâm kocaya, eşler arasında adaleti farz kılarken, zahirî haklarda, gün ayırmada eşit davranmayı kasdeder. Yoksa bir erkekten yaşlı ile genç, çirkin ile güzel eşlere aynı sevgiyi istemek fazla bir beklenti olur. Yapması gereken, ihmal etmemek, bir eş gibi davranmak, kocasız bir kadın durumuna düşürmemek, hülasa zahirî hakları yerine getirmektir.

130 – Şayet gösterilen gayretlere rağmen eşler boşanıp birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini lütfu ile müstağni kılar, birini öbürüne muhtaç eylemez. Allah’ın lutfu geniştir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

131 – Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ın mülküdür. Biz gerçekten, hem sizden önce Ehl-i kitaba, hem de size, Allah’a karşı gelmekten sakınmanızı emrettik.

Eğer inkâra sapıp nankörlük ederseniz bilesiniz ki göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah ganidir, hamîddir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, bütün övgülere lâyık olan O’dur).

132 – Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O’nun kudreti bütün bunları yönetmeye kâfidir.

133 – Eğer O dilerse, ey insanlar, hepinizi ortadan kaldırır ve başkalarını getirir. Allah’ın kudreti bunu yapmaya elbette yeter. [47,38; 35,16-17]

134 – Kim dünya mutluluğunu isterse bilsin ki dünya mutluluğu da, âhiret saadeti de Allah’ın yanındadır. Allah hakkıyle işitir ve görür. [2,200-202; 42,20; 17,18-21]

135 – Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun.

Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır.

Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [5,8]

“Sizden daha yakındır” şu demektir: Öyleyse zenginin rızasını gözetip onun lehinde olmayın. Fakire de acıyıp onun lehinde hakikatten ayrılmayın. Allah onlara sizden daha yakındır. Şayet onlar hakkında şahitlik etmede fayda olmasaydı, şahitliği meşrû kılmaz, şahitlik müessesesini kurmazdı.

136 – Ey iman edenler! Allah’a, Resûlüne, gerek Resûlüne indirdiği, gerek daha önce indirdiği kitaplara imanınızda sebat edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resûllerini ve âhiret gününü inkâr ederse hakikattan iyice uzaklaşmış, sapıklığın en koyusuna dalmış olur. [7,158; 24,62; 48,9] {KM, Yuhanna 14,1}

Bu âyet-i kerîme iman edenlere hitap edip yine iman etme emri veriyor. Genellikle müfessirler bu emri “İmanınızda sebat ediniz” diye açıklarlar. Buna yakın olarak: “daha ciddî iman ediniz” mânası da anlaşılabilir. “Bütün kalbinizle, zevklerinizi, hayat tarzınızı, dostluk ve düşmanlıklarınızı Allah’a ve Resûlüne olan bu imanınıza göre düzenleyin” demektir. Ehl-i kitaptan olanlara hitap edilip İslâma girmeleri istendiğine dair de rivâyet vardır.

137 – Onlar ki iman ettikten sonra inkâr ettiler. Sonra tekrar iman edip sonra inkâr ettiler. Sonra da inkârlarını artırdılar… İşte onları Allah ne affeder, ne de doğru yola çıkarır.

Bunlar güya müslüman olduğunu söyleyip ikide bir putperestliğe dönen münâfıklardır. Allah’ın onlara hidâyet nasib etmemesi, kendi hareketlerinin neticesidir. Zirâ onların artık küfürden tövbe edip imanda sebat etmeleri beklenemez. Zirâ kalplerine küfür damgası vurulmuş ve irtidada alışmışlardır. İmanı asla ciddiye almadıklarından, imana girip çıkmak, onlar için, dünyanın en kolay işi idi.

138 – Münâfıklara müjde ver ki can yakıcı bir azap kendilerini beklemektedir.

139 – O münâfıklar müminlerin dışında kâfirleri dost edinirler.

İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah’ındır. [35,10; 63,8]

140 – Allah size kitapta şunu da bildirmiştir: “Allah’ın âyetlerinin inkâr ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir konuya geçmedikçe onların yanında oturmayın.”

Böyle yaparsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah münâfıkları da, kâfirleri de cehennemde bir araya getirecektir. [6,68]

Mümin, Allah’ın dini ile alay edilen yerde bunu engellemeye gücü yetmiyorsa, orayı terketmelidir. Ayrılamıyor ve o alayları rahatsız olmaksızın dinliyorsa, o da küfürde pay sahibi olur.

141 – Münâfıklar sizinle ilgili olayları çok yakından izler, devamlı olarak havayı yoklarlar:

Şayet Allah size bir zafer lütfederse:

“Biz de sizinle beraber değil miydik?” derler.

Eğer kâfirler zaferden yana bir pay elde ederlerse onlara:

“Bizim taraf size galip durumda iken sizi kollamadık mı, müminlerin size karşı savletini içten içe engellemedik mi?” derler.

Kıyamet günü Allah, sizinle onlar arasında hükmünü verecek ve Allah kâfirlere müminler aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.

Delil ve ispat bakımından, hakikat açısından küfür, İslâm’a üstünlük sağlayamaz. Allah buna fırsat vermez.

Fakat dünyada Allah’ın tekvînî şeriatının koyduğu kanunlara göre çalışma, sabır, cesaret, teşebbüs, başarı vasıtalarını kullanma hususlarını müslümanlar ihmal ederlerse, o şeriata uygun hareket eden gayr-ı müslimler başarı sağlayabilirler.

Mümin batıl vasıtayı kullanır, mesela tembellik eder dürüst olmazsa, hak vasıtayı kullanıp çalışkan, dürüst olur küfür dünyada ona galip gelebilir. Bu, küfrün imana galibiyeti olmayıp küfürdeki müslüman sıfatın mümindeki kâfir sıfata üstün gelmesidir. Allah, müminleri bütün sıfatlarıyla müslüman kılmak ve saklı kalan bazı kabiliyetleri geliştirmek gibi hikmetler için, kâfirlere fırsat verebilir.

Fakat bu bir yol ve kanun değil ârızî, geçici bir durumdur. Hakkın üstünlüğü, (vasıtalar bakımından değil) zâtî değeri yönünden ve bir de sonuç ve ebedî hayat yönündendir.

142 – Münâfıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerini ve oyunlarını bozar.

Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar. [58,18]

Cemaatle namaz, mescide şevkle devam, müminle münâfığı ayıran bir ölçüdür. Hz. Peygamber (a.s.) zamanında cemaate devam etmeyen, İslâm toplumunun üyesi sayılmazdı. Münâfıklar da ister istemez mescide devam ediyorlardı. Fakat isteksiz, üşene üşene geç gelip, namaz biter bitmez hapishaneden çıkar gibi çıkmaları, isteksiz ibadet ettiklerini gösteriyordu.

143 – Onlar müminlerle kâfirler arasında bocalayıp dururlar: Ne onlara bağlanırlar, ne de bunlara.

Her kimi de Allah şaşırtırsa sen ona hiçbir yol bulamazsın. [2,20]

144 – Ey iman edenler! Müminler yerine kâfirleri başınıza getirmeyin.

Böyle yaparak, Allah’a, aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz?

Göz göre göre, Allah’ın hışmını üzerinize çekmek mi istiyorsunuz? [3,28]

Sultan: Kesin belge demektir “Kâfirlere taraftar olmakla münafıklığınızı belgelemiş olursunuz. Zira kâfirlere taraftar olmak münâfıklığın en açık belgesidir.”

Sultan: “Allah’ın cezalandırmasını size musallat edecek bir sebep” mânasına da gelir.

Eturîdûne: “ister misiniz” tâbiri, işin dehşetinin boyutlarını düşündürmek içindir. Yani: “Akıllı olan, bunu istemeyi bile düşünmez, nerde kaldı ki o işi yapsın?” demektir.

145 – Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.

146 – Ancak tövbe edip hallerini düzeltenler ve Allah’a sımsıkı sarılanlar ve bütün samimiyetleriyle sırf Allah’a itaat edenler müstesna. İşte bunlar müminlerle beraberdir. Allah müminlere de büyük mükâfat verecektir.

147 – Siz şükredip iman ettikten sonra Allah ne diye sizi cezalandırsın ki? Allah şükredenlerin mükâfatlarını bol bol verir ve her şeyi hakkıyla bilir.

Şâkir: kul hakkında: “Allah’ın verdiği nimetlere şükreden,” Allah’ın vasfı olarak ise: “Kulunun yaptığı hizmetleri, şükürleri kabul eden” anlamına gelir. Genellikle insanlar, öteki insanların yaptıkları hizmetleri takdir etmede cimri davranırlar, hatalarını ise büyütürler. Oysa Allah Teâla faydalı işleri ve hizmetleri cömertçe takdir eder, kat kat ödüllendirir, kusurları ise affeder.

148 –  Allah, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini hiç sevmez, ancak söyleyen zulme uğramışsa o başka. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.

149 – Bununla beraber eğer bir iyiliği açıktan yapar veya gizlerseniz veya bir kusuru bağışlarsanız bunu yapın, çünkü Allah da afüvdür, kadirdir (affı çoktur, herşeye kadir olduğu halde yine de affeder).

Kusuru bağışlama: İnsanın, kusur işleyenden, kötülük yapandan hakkını almasına, bir önceki âyet cevaz verse de kusur bağışlamak daha iyidir. Kusur bağışlama işi, açıktan ve gizli yapılan iyiliğe dahil olmakla birlikte, açıkça zikredilmesi, açıklanmaya lâyık olacak önem arzetmesinden ileri gelir, hatta iyiliği açık ve gizli işleme de buna zemin hazırlamak için zikredilmiştir. Keza şartın cevabı olarak  “fe innellahe kâne afuvven kadîra” gelmesi de, makbul olan affın, güçlü iken yapılan af olduğunu gösterir.

150-151 – O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne resullerini, ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip resullerini tanımayarak, Allah ile resullerini birbirinden ayırmak isterler

Ve o kimseler ki “resullerin bazısına iman ederiz, bazısını reddederiz” derler, ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler,

İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz de kâfirler için zelil ve perişan eden bir ceza hazırladık. [2,8]

152 – Allah’a ve resullerine iman edip o resuller arasında hiçbir ayrım yapmayanların mükâfatlarını ise Allah ileride verecektir. Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [2,285]

153 – Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Bu cahilliklerini çok görme.

Nitekim daha önce Mûsâ’dan bundan da fazlasını istemişlerdi ve: “Allah’ı bize açıktan göster!” demişlerdi.

Bunun üzerine de, zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarpmıştı.

Daha sonra kendilerine açık mûcizeler ve deliller gelmesini müteakip bu sefer tuttular buzağıyı tanrı edindiler.

Derken onlar tövbe edince, bunu da bağışladık. Ve Mûsâ’ya da onlar üzerinde âşikâr bir nüfuz ve kudret verdik. [7,143]{KM, Çıkış 33,18}

Medine Yahudilerinin olur olmaz, akıl almaz isteklerine değer vermemeleri konusunda Hz. Peygamber (a.s.) ve müminler uyarılıyorlar. İnanmak istemeyene ne kadar mûcize gösterilse inanmaz. Demek onların inanmaya niyetleri yok. Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.)’ın çağdaşı Yahudiler o mûcizelerle beraber yaşamalarına rağmen tutup buzağıya bağlanmışlardı.

154 – Verdikleri sözde durmalarını pekiştirmek için, dağı üzerlerine kaldırdık da: “Girin secdelere kapanarak o kapıya!” dedik onlara.

Bir de onlara: “Cumartesi günü av yaparak, ilahî yasağı aşmayın” deyip bu hususta kendilerinden ağır teminat almıştık. [2,58; 7,171; 2,63]

155-158 – İşte sözleşmelerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri nâhak yere öldürmeleri ve “kalplerimiz perdelidir” demeleri

-ki kalbleri perdeli yaratılmış olmayıp, Allah inkârcılıkları sebebiyle kalplerini mühürledi de artık onlar pek az inanırlar-

yine inkârları ve Meryem aleyhinde müthiş bir iftira atmaları ve “Biz Allah’ın resûlü(!) Meryem oğlu Mesih Îsâ’yı katlettik” demeleri yüzünden, onların başlarına belalar vererek cezalandırdık, kalplerini mühürledik,

Oysa onlar Îsâ’yı öldüremediler, asamadılar da; öldürülen başkası idi, lâkin kendilerine ona benzer gösterildi.

Îsâ hakkında ihtilafa düşenler de bu hususta şüphe içindedirler. Bu konuda kesin bilgileri yoktur, zanna tâbi olmaktan başka bir şeye dayanmazlar.

Onu kesinlikle öldüremediler. Doğrusu Allah onu kendi katına yükseltti. Allah aziz ve hakimdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [2,88; 41,5; 3,55; 19,30; 3,49] {KM, Levililer 26,41; Tesniye 30,6}

2,88 de o Yahudilerin, Hz. Peygamber (a.s.) ın dâvetini sağır bir kulakla dinledikleri hatta “Siz ne kadar kesin delil getirseniz de, dâvetinizi kabul etmemekte kararlıyız. Zira kalplerimiz size karşı örtülüdür” dedikleri bildirilir.

Hz. Îsâ (a.s.)’ın mûcize olarak çarmıha gerilmekten kurtarılması, onu öldürtmeye çalışan Yahudilerin günahını azaltmaz. Zira onlar işkence ve hakaret ettikleri, astırdıkları şahsın Îsâ olduğunu sanıyorlardı.

Hz. Îsâ hakkında ihtilafa düşenler, Hıristiyanlardır. Zira iyice bilindiği üzere bu konuda farklı inançlar vardır. Bir inanca göre çarmıha gerilen, Hz. Îsâ değil, ona çok benzeyen bir adamdı. Başka bir görüşe göre Hz. Îsâ idi, fakat çarmıhta ölmedi, oradan indirildiğinde yaşıyordu. Bazıları ise çarmıhta öldüğüne, ama daha sonra dirilip havarileri ile görüştüğüne inanırlar. Bazıları onun mukaddes ruh olarak göğe yükseldiğine, bazıları ise maddî vücudu içinde göğe yükseldiğine inanırlar.

Yahudilerin sözünde geçen “Allah’ın resulü” vasfı, onların alay etmek için yaptıkları bir nakilden ibarettir. “Sizin iddianıza göre Allah’ın resulü olan Îsâ” demek istemişlerdir.

159 – Ehl-i kitaptan hiç kimse yoktur ki ölmeden ona inanacak olmasın. Kıyamet günü gelince de o, onların aleyhinde şahitlik edecektir.

Yahudiler nübüvvetini inkâr ederek ona inanmazken, hıristiyanlar da onu tanrılaştırarak lâyıkı veçhile inanmazlar. Ama, can vermeden önce onun Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inanacaklar ama o zamanki iman fayda etmeyecektir.

160-161 – Hasılı o Yahudilerden taşan bir zulüm, insanları Allah yolundan menetmeleri, kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faizi almaları, halkın mallarını haksızlıkla yemeleri yüzündendir ki Biz, kendilerine daha önce helâl kılınan bazı temiz nimetleri haram kıldık ve içlerinden kâfir kalanlara can yakıcı azap hazırladık. [2,62.275; 3,93] {KM, Tesniye 23,20}

162 – Fakat onlardan geniş ilmi olanlar ile müminler, hem sana indirilen Kur’ân’a, hem de senden önce indirilen kitaplara iman ederler.

O namaz kılanlar, zekât verenler, Allah’a ve âhirete hakkıyla iman edenler var ya! İşte onlara yarın büyük mükâfat vereceğiz.

163 – Nuh’a ve ondan sonraki nebîlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Yâkub’a ve torunlarına, Îsâ’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zeburu verdik.

Şimdi elde bulunan Tevratta Mezmurlar Kitabının sadece bir kısmı Hz. Davud (a.s.)’ın Mezmurlarından oluşur ve ona izafe edilir. Hz. Davud’a ait kısım, vahiy parıltıları ile dolu bir Kitap olup, esas itibariyle ilahî kaynaktan geldiği anlaşılır.

164 – Durumlarını sana daha önce anlattığımız nice elçiler gönderdik.

Anlatmadığımız nice elçiler de gönderdik.

Allah Mûsâ’ya da hitab ederek konuştu. [40,78] {KM, Sayılar 12,8}

165 – Biz o elçileri rahmetimizin müjdecileri, cezamızın habercileri olarak gönderdik.

Ta ki resûllerden sonra, artık insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın.

Allah aziz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [20,134; 28,47]

166 – Lâkin Allah sana indirdiğine şahitlik eder ki onu kendi ilmiyle indirmiştir.

Melekler de buna tanıklık ederler.

Zaten Allah’ın şahit olması bir şeyin gerçekliği için yeter de artar!

167 – Onlar ki inkâr eder ve başkalarını da Allah yolundan engellerler, işte onlar haktan büsbütün sapmışlardır.

168-169 – İnkâr edip zulmedenleri Allah affedecek değil.

Onları cehennem yolundan başka bir yola çıkaracak da değil.

Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır. Bu da Allah’a göre çok kolaydır.

170 – Ey insanlar! Resûlullah Rabbinizden size hakkı getirdi, kendi iyiliğiniz için ona iman edin.

Eğer inkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [14,8]

171 – Ey Ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin.

Meryemin oğlu Mesih Îsâ sadece Allah’ın resulü, Meryeme ulaştırdığı kelimesidir. Allah tarafından gelen bir ruhtur. Gelin Allah’a ve elçilerine iman getirin, “Tanrı üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için bundan vazgeçin.

Allah ancak tek bir İlahdır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. Koruyan ve yöneten olarak Allah yeter. [2,116; 3,39.45.59; 9,31; 5,75; 21,91; 66,12; 43,59; 5,116; 19,88-89]

Allah Teâla bir şeyin var olmasını isteyince “ol!” der o da vücuda gelir [3,82]. Allah’ın emirleri, kelimeleri tükenmez [31,27]. İnsanları, koyduğu bir nizama göre baba ve anneden yaratan Allah, ilk insan Hz. Âdemi annesiz ve babasız yarattığı gibi, kudret ve hikmetinin bir tezahürü olarak Hz. Îsâ’yı da babasız olarak var etmiştir. Böylece iradesinin mutlak olduğunu, Kendisini mahkûm ve esir edecek hiçbir şeyin bulunmadığını göstermiştir. Başlangıçta Hıristiyanlara Hz. Îsâ’nın Allah’ın emri (kelimesi) ile bâkire Meryem’den yaratıldığı söylenmişti. Fakat daha sonra onlar hellenistik dönem filozoflarından Philon felsefesinden etkilendiklerinden kelimeyi “Allah’ın Kelamı” (Logos) anlamında kabul ettiler. Böylece Allah’ın zatını veya kelam sıfatını Hz. Îsânın şahsında izhar ettiğine inanmaya başladılar. Bu durum, sinoptik üç İncîl’e aykırı olan dördüncü Yuhanna İncîlinin başlangıcında görülmektedir.

Allah Hz. Îsâ’yı Ruhu’l-kudüs (kutsal ruh) ile desteklemiştir [2,253]. Yüksek ruhanî değerler taşıdığından burada da “Allah tarafından gelen bir ruh” olarak nitelendirilmiştir. Maksat onun yüksek ahlâkî faziletlere sahip, bütün kötülüklerden uzak kutsal bir ruh ve hakîkat  ile ve kuvvetli bir basîret hassası ile donatıldığına dikkat çekmektir. Fakat Yunan felsefesinin etkisi ile “Allah’tan gelen bir ruh” u “Allah’ın Kendi Ruhu” na dönüştürüp onun, Îsâ’ya hulûl ettiğini iddia ederek, ortaya muğlak bir teslis inancı çıkardılar. On sekiz asırdan beri bu muğlak inancı yorumlamaya çalışan sayısız tefsir ve mezhep birbirini itham edip durmaktadır.

172 – Ne Mesih, ne de Allah’a en yakın büyük melekler, Allah’a kul olmaktan kaçınmazlar. Kim O’na kulluktan kaçınır ve kibirlenirse bilsin ki Allah, yarın hepsini huzuruna toplayıp hesaba çekecektir. [19,30] {KM, İşaya 42,1; Matta 12, 18; Yuhanna 8,29}

173 – İman edip iyi ve yararlı işler yapanların mükâfatlarını Allah, tam tamına ödeyecek, hatta lütfundan onlara hak ettiklerinden daha fazlasını da verecektir. Kulluktan kaçınıp kibirlenenleri ise can yakıcı bir azaba sokacak ve onlar Allah’tan gayrı ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır. [40,76]

174 – Ey insanlar! İşte size Rabbinizden kesin bir delil geldi, size açık bir nûr indirdik. {KM, Mezmur 36,10; İşaya 2,5; 10,1. Luka 1,78; Yuhanna 8,12}

175 – Allah’a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise,  O, tarafından bir rahmet ve geniş bir nimet içine yerleştirecek ve onları Kendisine varan doğru yola koyacaktır.

176 – Senden fetva isterler. De ki kelâle’nin yani babası ve çocuğu olmayan kişinin mirası hakkındaki hükmünü Allah şöyle bildiriyor: Çocuğu olmayıp bir kız kardeşini bırakarak ölen bir adamın terikesinin yarısı kız kardeşine aittir.

Eğer kızkardeş çocuk bırakmaksızın ölürse tek varis olan erkek kardeş onun terikesinin tamamını alır. İki kızkardeş kalırsa onlar erkek kardeşlerinin terikesinin üçte ikisini alırlar. Eğer varisler erkek ve kız kardeşlerden oluşursa erkek, kadın hissesinin iki mislini alır. Allah şaşırmamanız için size bunları açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilir. [6,25; 16,15; 21,31; 31,10]

TR>Kıy�3+ g��0�5inizi bir araya toplayacaktır. Bunda hiç şüphe yoktur.

Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? {KM, II Samuel 7,28; Mezmur 119,160. Yuhanna 17,17}

88 – Yaptıkları bunca cürüm sebebiyle Allah kendilerini başaşağı getirdiği halde,

durum bu kadar belli iken, ne diye münafıklar hakkında hüküm verirken kalkıp birbiriyle çekişen iki fırka haline geliyorsunuz?

Allah’ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Her kimi Allah şaşırtırsa, artık sen ona yol bulamazsın.

Münâfıkların içleri dışlarından başka olduğu ve farklı yerlerde farklı durumlar alabildikleri için, onlar hakkında karar verecek kimseler ihtilaf ederler. O münafıklarla akrabalık, kabile birliği, ticari ortaklık, arkadaşlık gibi bağlar da müminleri etkileyebiliyordu.

Allah onlara Hz. Peygamber (a.s.m), İslâm ve müslümanlarla iç içe olma imkânı verdiği, onlar da zahiren müslüman göründükleri halde, birtakım hesaplarla, kalblerinden eski küfür ve inkârlarına döndükleri için, onlar hakkında “başaşağı, tepetaklak olma” tabiri, hallerini ifade edecek en mükemmel tabirdir.

Bellidir ki Allah onları münafık olarak “başaşağı” yaratmış değildir. Fakat onlar, iman tarafında olmaları için, bunca kuvvetli sebepler varken, irade ve tercihlerini hep inkâr tarafına kullanınca, bütün işleri güçleri, kazandıkları o yönde olunca, kendilerinin ısrarla istedikleri durum meydana gelmiş, varlığa koyduğu kanuna göre de Allah dalaletlerine izin vermiş ve yaratmıştır.

Oysa münâfıkları keşfetmek zor değildir: Uhrevî hayır ile dünyevî çıkarları çatıştığında âhireti bırakıp o çıkarı tercihleri, İslâmiyetleri ile menfaatleri karşı karşıya gelince İslâma hizmet ve fedâkarlık tarafında yer almamaları kesin bir ölçüdür. Allah bu ölçüyü kullanmayı hatırlatıp, münâfıklar yüzünden müminlerin birbirlerine düşmelerini menediyor.

89 – Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle beraber olasınız.

Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin.

Eğer aldırmazlarsa o vakit nerede bulursanız onları yakalayın, öldürün ve sakın onlardan ne veli, ne yardımcı edinmeyin.

90 – Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar veya ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmak istemediklerinden göğüsleri daralarak size gelenler bundan müstesnadır.

Eğer Allah dileseydi, bunları size musallat eder ve bunlar da sizinle savaşırlardı.

O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez. [8,61; 47,35]

91 – Bir de öyleleriyle karşılaşacaksınız ki onlar hem sizden, hem de kendi kavimlerinden emin kalmak isterler.

Bunlar ne zaman fitneye çağırılsalar derhal ona dalarlar. O halde bunlar sizden uzak durmaz, size barış teklif etmezler, ellerini sizden çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayın, öldürün.

İşte bunlara karşı size kesin bir izin ve yetki vermişizdir.

Bu âyette fitne: Şirk, küfür, savaş veya bozgunculuk olarak tefsir edilmiştir.

Bu son âyetlerde söz konusu edilen kâfirler, Medine dışında bulunan münafıklar olup şu üç gruba ayrılmışlardır: 1.Müşriklerle işbirliği yapanlar. Bunlar imha edileceklerdir. 2.Müslümanların kendileriyle saldırmazlık anlaşması yaptıkları toplumlara sığınanlar. 3.Gerek müslümanlarla gerekse kendi kavimleriyle savaşmak istemeyip tarafsız kalmayı tercih edenler.

92 – Müminin mümini öldürmesi olacak iş değildir, ancak yanlışlıkla olursa başka.

Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir esir (köle) âzad etmesi ve öldürülenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir; ancak onlar diyetten vazgeçip bağışlarsa o başka.

Eğer yanlışlıkla öldürülen, kendisi mümin olmakla birlikte, size düşman bir kavimden ise, öldürenin mümin bir köle âzad etmesi gerekir.

Eğer öldürülen, aranızda anlaşma bulunan bir topluluktan olursa, vârislerine teslim edilecek bir diyet ile mümin bir köle âzad etmesi gerekir.

Bunları yapmaya gücü yetmeyenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için ardarda iki ay oruç tutması gerekir. Allah alîm ve hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).

Keffaret olarak bir köleyi hürriyetine kavuşturmak Allah’ın hakkı, diyet ödemek de kul hakkını karşılamak içindir. Yanlışlıkla bir hayata son veren kimse, bir köleyi toplum içinde adeta hayata kavuşturma ile o hatasını telâfi etmiş olmaktadır. Ölenin varislerine verilecek diyet Hz. Peygamber (a.s.) tarafından yüz deve veya onun değeri olarak tesbit edilmiştir. Bu da çok ağır bir tazminat olup, aileye verdiği zararı telafi etme maksadına yöneliktir. Vârisler isterlerse miktarı hafifletebilirler. Köle âzad etme, diyet veya iki ay oruç ceza değil, suçun affedilmesi için birer keffarettir. Onun için katilin ayrıca vicdan azabı, pişmanlık duyup tövbe etmesi lâzımdır. Ceza alması halinde bunlar sözkonusu değildir.

93 – Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. [39,53, 4,48]

Kasden adam öldürmenin dünyadaki cezası kısastır. Vârisleri kısastan vazgeçerlerse, diyet alabilirler. İsterlerse bunu da bağışlayabilirler. Âhiretteki cezası, Allah Teâla affetmezse ebedî cehennemdir. 4,48 âyeti, Allah Teâla’nın, şirk dışındaki günahları dilediği takdirde affedeceğini bildirerek bu âyeti takyid etmektedir.

94 – Ey iman edenler! Yeryüzünde Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, son derece dikkatli davranın.

Size selam verene, dünya hayatının geçici ve az bir menfaatini elde etmek için: “Sen mümin değilsin” demeyin. Unutmayın ki Allah’ın yanında birçok ganimetler vardır.

Önceden siz de böyle idiniz, Allah size lütfetti de imanla şereflendiniz.

Öyleyse iyi anlayın, dinleyin çok dikkatli davranın. Muhakkak ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. [8,26]

Selam, en kapsamlı bir iyi dilek temennisidir. Ayrıca selam veren kimse muhataplarına: “Ben senin cemaatındanım, sana benden zarar gelmez, senin de benim hakkımda iyi düşünmeni beklerim” demek istiyordu. İslâmın başlangıcında, gelen insanı başka türlü ayırd etme imkânı yok iken, selam bir parola yerine de geçiyordu. Düşman kişi, ölüm korkusu sırasında canını kurtarmak için de böyle diyebiliyordu. Bu da müslümanları zor duruma düşürüyordu. Fakat kalplerde olanı bilmek mümkün olmadığından Allah bu emri verdi. Demek ki bir mümini öldürmek ihtimalinden ise, bir kâfiri serbest bırakmak daha uygun görülmektedir.

Kaldı ki müteakip cümle, çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır. İslâm yavaş yavaş yayılıyordu. “İnsanların gönüllerinde ilahî hidâyetin parlaması, İslâm’ın güzelliklerinin anlaşılması pek az bir vakte de sığabilir. “Yakın bir zaman önce siz de onlar gibi değil miydiniz” buyurularak bu gerçek hatırlatılıyor.

95-96 – Özür sahibi olmaksızın cihaddan geri kalan müminlerle, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden müminler elbette bir olmaz. Allah malları ve canları ile mücahede edenleri, derece bakımından cihada gitmeyenlerden üstün kılmıştır.

Gerçi Allah hepsine de en güzel yurt olan cenneti vaad etmiştir, ama mücahede edenleri, cihada katılmayanlardan çok daha büyük mükâfatlarla, tarafından derece derece rütbeler, hususi bir mağfiret ve rahmetle mümtaz kılmıştır. Değil mi ki Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).

Maksat, farz-ı kifaye olan cihaddan, mazereti sebebiyle ve izinli olarak geri kalan müminlerdir.

97 – İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: “Ne işte idiniz?”

Onlar da: “Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik” deyince, melekler bu sefer şöyle dediler:

“Peki Allah’ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret edeydiniz ya?”

İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!

Bu âyet indirildiği sırada ve Mekke’nin fethine kadar, müminlerin Medine’ye hicret etmeleri farz idi. Çünkü düşman müşrikler arasında, onların alayları, şüphe vermeleri, baskıları karşısında müminlerin dinlerini korumaları güçtü.

Diğer taraftan müminlerin bir arada İslâm’ın güzelliklerini yaşayıp müslümanca eğitilmeleri önemli idi. Ayrıca müminlerin bir araya gelerek bir kuvvet oluşturmaları, gerektiğinde kendi haklarını savunup kâfirlerin merhametlerine bırakmamaları gerekiyordu.

İşte bu âyette, Asr-ı saadette Medine’ye hicret etmeyip müşrik toplum içinde kalanlar, “kendilerine zulmedenler” diye nitelendirilmektedir. Bunlardan bazıları rahatlarını, alışkanlıklarını, ailelerini, mal ve mülklerini ve diğer çıkarlarını dinlerine tercih ediyorlardı. Onun için “Biz ülkemiz de baskı altında yaşayan kimselerdik” özürleri kabul edilmemiştir. Fecî bir âkıbet, cehennem azabı ile tehdit edilmişlerdir. Bunun yanında gerçekten hicrete gücü yetmeyen yaşlı, güçsüz erkekler, kadınlar ve çocukların mazeretleri 98. âyetle kabul edilmiştir.

Asr-ı saadette Mekke’nin fethi ile hicret mükellefiyeti sona ermiştir. Fakat âyet-i kerime, Mekke dönemi şartlarının bulunması halinde, hicretin yine gerekebileceğine işaret etmektedir.

98-99 – Ancak, her türlü imkândan mahrum ve hicret için yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar. Çünkü bunları Allah’ın affedeceği umulur. Allah gerçekten afüv ve gafurdur (affı ve mağfireti boldur).

100 – Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur.

Kim evinden Allah’a ve Resûlüne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı haketmiştir ve onu ödüllendirme Allah’a aittir. Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).

� 3=m��0�5;margin-bottom:.0001pt;text-indent:14.15pt’>O ramazan ayı ki insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren

Ve hakkı batıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi.

Artık sizden kim Ramazan ayının hilâlini görürse, o gün oruç tutsun.

Hasta veya yolcu olan, tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde oruç tutar.

Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez.

Oruç günlerini tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden ötürü Allah’ı tazim etmenizi ister.

Şükredesiniz diye bu kolaylığı gösterir. [2,200; 62,11] {KM, Tesniye 9,9.18; I Krallar 19, 8.Matta 4,2}

186 – Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.

Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyle inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.

187 – (Ey kocalar), oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde, eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı.

Eşleriniz sizin elbiseleriniz, siz de eşlerinizin elbiselerisiniz.

Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için yüzünüze bakıp, size bu lütufta bulundu.

Artık bundan böyle onlara yaklaşıp Allah’ın sizin için takdir buyurduğu neslin arayışı içinde olun.

Şafak vakti, günün ağarması gecenin karanlığından farkedilinceye kadar yeyin için.

Sonra gece girinceye kadar orucu tamamlayın.

Mescidlerde itikâfta bulunduğunuz sırada eşlerinize yaklaşmayın.

Bunlar Allah’ın yasak sınırlarıdır, sakın o hudutlara yaklaşmayın.

İşte böylece Allah insanlara, zararlardan sakınıp korunmaları için âyetlerini iyice açıklar.

188 – Bir de, birbirinizin mallarını haksız yollarla yemeyin.

Halkın mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, mal dâvasıyla rüşvetlerle hâkimlere koşmayın.

189 – Sana hilâlleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için; özellikle hac için vakit ölçüleridir.

Evlere arka taraftan girmeniz fazilet değildir.

Asıl fazilet, haramlardan sakınan insanın gösterdiği fazilettir.

Öyleyse evlere kapılardan girin.

Allah’a karşı gelmekten sakının ki umduğunuza kavuşasınız. [6,96; 10,5; 17,12]

190 – Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın.

Fakat haksız yere saldırmayın.

Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez. [9,36]

191 – Onları nerede yakalarsanız öldürün.

Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın.

Dinden döndürmek için işkence yapmak, adam öldürmekten beterdir.

Yalnız, onlar, Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın,

Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa siz de onlarla savaşın.

İşte kâfirlerin cezası böyledir. [48,24]

Fitne: Dilde, yabancı maddelerden arıtmak için altını ateşe sokmaktır. Sınama, imtihan etme, işkence, ayrıca musibet, belâ, günah, fesat mânalarına gelebilir. Şirki ve dinsizliği yaymak, dinden döndürmek, Allah’ın haramlarını çiğnemek, asayişi bozmak, vatandan çıkarmak birer fitnedir. Bu âyette: hak dinden döndürmek için işkence etmek mânasınadır.

Mekke müşrikleri, ashabdan bazılarına hürmetli aylarda işkence etmişler, onlar da dayanıp şehid olmuşlardı. Bu âyet, böyle bir işkencenin, hürmetli aylara riayet edip etmemeden daha mühim olduğu gerekçesiyle, işkenceyi durdurmak için savaş ilanına cevaz vermiştir. Nüzul sebebi özel ise de, söz fitnenin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti ile karşılaştırılmasını ifade ettiğinden, hüküm geneldir.

192 – Şayet onlar vazgeçerlerse siz de vazgeçin. Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

193 – Bu işkence ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allah’a mahsus oluncaya kadar onlarla savaşın.

Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. [16,126; 42,40]

194 – Hürmetli ay, hürmetli aya bedeldir.

Hürmetler karşılıklıdır. O halde kim size saldırırsa siz de aynısıyla karşılık verin.

Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah bu sakınanlarla beraberdir.

195 – Allah yolunda malınızı harcayın da, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın.

Çünkü Allah güzel hareket edenleri sever.

196 – Haccı da, umreyi de Allah rızası için tamamlayın.

Eğer engellenecek olursanız, o durumda kolayınıza gelen bir kurban gönderin.

Kurbanlık, yerine varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin.

Aranızda hasta, yahut başından rahatsız olan varsa, ona fidye olarak; oruç tutmak, sadaka vermek, yahut kurban kesmek gerekir.

Hastalık veya yol emniyeti olmaması gibi sebeplerle haccınızın engellenmesinden emin olduğunuz zaman ise,

Her kim hacca kadar umre yaparak sevap kazanmak isterse, onun da kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir.

Kurbanlık temin edemeyen kimse, üç gün hacda yedi gün de döndüğünüz zaman memleketinde olmak üzere tam on gün oruç tutar.

Bunlar, ailesi Mescid-i Haram’da oturmayanlar içindir.

Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu iyi bilin.

Hac: şartlarına sahib olan müslümanın, ömründe bir defa hac aylarında ihrama girip kurban bayramı Arefe günü Arafatta vakfe yapıp, sonra Kâbe’yi ziyaret etmesidir. Umre ise Kâbe’yi, hac ayları dışında, sünnet kabilinden ziyaret etmektir.

197 – Hac mâlum aylardadır.

Kim o aylarda haccı ifaya azmederse bilsin ki hac esnasında

Ne cinsel yaklaşma, ne günah sayılan davranışlarda bulunma, ne de tartışma ve sürtüşme yoktur.

Siz hayır olarak her ne yaparsanız, Allah mutlaka onu bilir.

Azıklanınız ve biliniz ki azığın en hayırlısı takvâdır, haramlardan korunmadır.

Öyleyse Bana karşı gelmekten korunun ey akıl sahipleri! [22,25; 9,36]

198 – Hac mevsiminde ticaret yaparak, Rabbinizden size gelecek kâr ve yarar taleb etmenizde size bir vebal yoktur.

Arafat’ta vakfeden ayrılıp sel gibi Müzdelife’ye doğru akın ettiğinizde, Meş’ar-ı Haram’da Allah’ı zikredin.

O size nasıl güzelce hidâyet ettiyse, siz de öyle güzel bir şekilde O’nu zikredin.

Bilirsiniz ki, O’nun yol göstermesinden önce siz yolu şaşırmış kimselerdendiniz.

Arefe günü vakfeden sonra güneş batınca Arafat’tan Müzdelife’ye doğru akın edilir. Meş’ar-ı Haram Müzdelife’dedir. Müzdelife’de akşam ve yatsı namazları birlikte kılınır. Gece orada geçirilerek, bayramın birinci günü sabah namazının peşinden Mina’ya doğru hareket edilir, orada kurban kesilip, Kâbe tavaf edilerek ihramdan çıkılır.

199 – Sonra, insanların sel gibi aktığı yerden siz de akın edin ve Allah’dan af dileyin. Çünkü Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

200 – Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, vaktiyle atalarınızı anıp onlarla öğündüğünüz gibi.

Hatta daha fazla, daha hürmetle Allah’ı anın.

Bazı kimseler: “Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!” derler.

Bunların âhirette nasipleri yoktur.

Haccı tamamlayınca araplar Mina’da toplanıp, bilhassa atalarının yaptıkları işleri anlatarak övünmeyi âdet edinmişlerdi. Bu âyet ona bedel Allah’ı zikredip O’nun hidâyetini anlamak, onun eserlerini tefekkür, nimetlerine şükür etmeye teşvik ediyor.




Şərh yaz