6. 851 dəfə oxunub ,   0 şərh   Çap et

Mekke’de nâzil olmuş olup, 165 âyettir. 136-138. âyetlerde geçen en’âm kelimesi vesilesi ile bu isim verilmiştir. En’âm: İnek, deve, koyun, keçi gibi hayvanların genel adıdır. Böylece bu hayvanlarla alakalı hurafeleri ortadan kaldırmak hedeflenmiş olabilir. Bakara sûresi, Kur’ân’ın uzunca bir özeti olup, usûl ve fürûunu en fazla içeren sûredir. Âl-i İmran, Nisa ve Mâide sûreleri Ehl-i kitapla ilgili her türlü meseleyi tafsilatlı olarak ele alırlar. Bakara sûresi Yahudilerin iddialarını çürütmeye özellikle ağırlık verirken Âl-i İmran sûresi, ilk yarısında Hıristiyanların iddialarını iptale daha fazla yer verir. Nisa sûresinin son kısmı Hıristiyanlara karşı deliller ihtiva eder ve sûre boyunca da Bakara sûresinde özet halinde kalan münafıkların iç yüzlerini açıklar. Peşinden gelen Mâide sûresi, Yahudi ve Hıristiyanların bazı münferit iddialarını çürütür. Böylece ilk dört uzun sûrede Ehl-i kitapla ilgili meseleler ele alınıp onları izleyen En’âm sûresinde her türlü kâfir ve müşriklerin iddiaları iptal edilir. En’âm sûresi bizzat tevhide, peşinden gelen A’raf sûresi ise tevhid tarihine ağırlık verir. En’âm sûresi, Bakara sûresinde kısa kısa ele alınan ulûhiyyet, nübüvvet ve meâd (âhiret) gibi akaid esaslarını beyan eder. Nisâ ve Mâide sûrelerindeki ahkâma, Enfal ve Tövbe sûreleri cihad, münafıklar ve devletler hukuku ile ilgili hükümleri ilâve ederler. Böylece Kur’ân’ın üçte biri, böyle bir bütünlük arz ederek tamamlanır.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1 – Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’ın hakkıdır. Bir de kâfirler kalkmışlar, birtakım putları Rab’lerine eşit sayıyorlar!

Kur’ân’ın birçok âyetinde semâvat ve’l-ard (gökler ve yer) birlikte ve bu sıra ile geçer. Semâ: meleklerin mekânı, duaların kıblesi, temiz ruhların yükseldiği yer ve küresel yapısı ile yerküreyi her tarafından kuşatması, orada Allah’a hiç isyan edilmemesi, cennetin orada bulunması itibariyle ön sırada yer alır. Fakat arz tek başına ve küçük cirmiyle “göklere” denk tutulur. Bu da, Allah Teâlânın dünyaya yerleştirdiği zengin muhtevanın önemini gösterir. Peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed (aleyhimüsselâm)’ın burada zuhuru göklere denk tutulması için yeterli bir sebep değil midir? O bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş değil midir! [21,107]

2 – O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra size bir ecel, bir ömür süresi tayin edendir. Bir de O’nun nezdinde muayyen bir ecel vardır.

Sonra, bir de kalkmış şüphe ediyorsunuz!

Cenab-ı Allah ilk insan Hz. Âdem (a.s.)’ı, çamurdan yarattığı gibi, her bir insanı da çamurdan süzülmüş bir hülasadan yaratır. Zira sperma ile yumurta kandan, kan gıdalardan, gıdalar hayvanî ve nebatî maddelerden, bunlar da topraktan gelir.

3 – Oysa ki göklerde de, yerde de gerçek İlah ancak O’dur. O sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da. O, hayır ve şer olarak elde edeceğiniz şeyleri de bilir.

4 – Böyle iken, Rab’lerinden onlara ne zaman bir âyet geldiyse mutlaka ondan yüz çevirirler.

5 – Hakikat kendilerine gelince onu yalan saydılar, alay ettiler; fakat alay ettikleri şeyin haberlerini, onunla alay etmenin ne demek olduğunu yakında öğrenirler!

6 – Kendilerinden önce nice nesilleri imha ettiğimizi görmediler mi? Biz onlara, size vermediğimiz imkânları vermiş, gökten üstlerine bol bol yağmur göndermiş, ayaklarının altından ırmaklar akıtmıştık.

Fakat günahlarından ötürü onları imha ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık.

7 – Eğer sana kağıda yazılı olarak bir kitap indirmiş olsaydık, kendileri de elleriyle onu tutmuş bulunsalardı o kâfirliklerinde inad eder, yine de: “Bu besbelli bir büyüden başka bir şey değil!” derlerdi. [15,14-15; 52,44]

8 – Bir de: “Ona “bizim de görebileceğimiz bir melek gönderilmeli değil miydi?” dediler. Eğer Biz bir melek gönderseydik elbette iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine göz bile açtırılmazdı. [25,22; 15,8]

9 – Şayet o elçiyi melek kılsaydık, yine onu bir adam şeklinde gösterir de düştükleri şüpheye onları yine düşürmüş olurduk. [17,95; 9,128; 3,164]

Beşeriyetin büyük bir kısmının sapması, kendi hemcinslerinden peygamberleri kabul etmemelerinden ileri gelmiştir. Onlara kalsa, otorite sağlamak, bağlanmak için mutlaka insanüstü, tanrısal bir güç olması gerekir. Bu zihniyet hak peygamberlerin öğrettiklerini bile şirkle bulaştırmıştır. Budizm, Hinduizm, Zerdüşt dini, muhtemelen peygamber tebliğleri etrafında oluşmuş büyük dinlerdi. Onlardan daha yakın dönemdeki Hıristiyanlığın bile, Hz. İsa gibi bir peygamberi, Tanrının oğluna dönüştürmesi, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.

Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’ın evrensel ve ebedî risâleti ile beşeriyeti eğitmek ve onlara en mâkul ve yaratılışlarına en uygun bu sade gerçeği benimsetmek istiyor. Sade, güzel, fıtrî gerçek şudur: Kâinatı yaratan Allah’ın insanlık hakkındaki buyruklarını ulaştırmasının en mâkul yolu, insanların içlerinden seçtiği mükemmel elçilere mesajlarını vahiy yolu ile bildirmesidir. İlâhî terbiye ile en güzel nûmune mertebesine yükselen, Allah’ın kitabını tebliğ, tebyin ve tatbik eden (ulaştıran, açıklayan ve uygulayan) o Peygamber ve bir harfi bile değişmeden Hakkın hücceti olarak ortada olan Kur’ân: Allah’ı, Peygamberi, insanı, hayatı, aklı, evreni, dünyayı âhireti her şeyi yerli yerine koymuştur.

10 – Senden önce de nice peygamberlerle alay edilmişti. Fakat alay ettikleri gerçek, o maskaralık edenlerin üzerine inip her taraflarından sararak mahvetti.

11 – De ki: “Dünyayı gezin dolaşın, sonra da peygamberlere “yalancı” diyenlerin âkıbetlerinin nice olduğunu bir düşünün!”

12-13 – De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” de. O, rahmet etmeyi Kendisine ilke edinmiştir.

O, geleceğinde hiçbir şüphe olmayan kıyamet günü sizi bir araya toplayacaktır.

Kendilerini en büyük ziyana uğratanlardır ki iman etmezler. Halbuki gecede ve gündüzde barınan her şey O’nundur. O her şeyi işitir ve bilir.

Yüce ve merhametli Yaradan, sırf kendi iradesi ile rahmet ve merhametle muamele etmeyi, Zatına bir ilke edindiğini beyan buyuruyor.

“Allah, yaratıkları var etmeyi dilediğinde, Kendi nezdinde Arş üzerine koyduğu bir fermanında: Benim merhametim gazabımdan ileridir.” diye yazmıştır” (hadis-i şerif).

Bir başka hadiste, Allah’ın yüz rahmet yaratıp, bir bölümünü dünyaya bıraktığı, bütün yaratıklardaki şefkatin bunun eseri olduğu, âhirette ise kalan 99 rahmeti ile takviye edilmiş olarak bu rahmet ile muamele buyuracağı bildirilir.

14 – De ki: “Gökleri, yeri yaratan, beslenmeyip besleyen Allah’tan başkasını mı Tanrı edinecek mişim?” “Doğrusu, bana, Allah’a iman ve itaat edenlerin ilki olmam emredildi” de, ve “sakın müşriklerden olma!” buyuruldu. [39,64]

15 – De ki: “Ben Rabbime isyan etmem halinde, ileride gelecek büyük bir günün azabından korkarım.”

16 – O gün her kim azaptan uzak tutulursa, muhakkak ki Allah ona merhamet etmiştir. İşte asıl başarı, asıl mutluluk budur. [3,185]

17 – Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse O’ndan başkası onu gideremez. Sana bir hayır ve nimet verirse… Zaten O her şeye olduğu gibi, buna da elbette kadirdir. [35,2]

18 – O, kullarının üstünde hükmünü yürüten mutlak hükümrandır, her işi tam hikmetle yapar ve her şeyden haberdardır.

19 – De ki: “Şahit olarak hangi şey daha büyüktür?” “De ki: “Allah! Benimle sizin aranızda O, şahit olarak yeter.

Şu Kur’ân bana sizi ve kendisine ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu.”

Allah ile beraber başka tanrılar bulunduğuna gerçekten siz mi şahitlik ediyorsunuz?” Ben asla buna şehadet etmem!” de ve şu hakikati vurgula: “O, ancak tek İlâhtır, başka Tanrı yoktur. Sizin şirkinizle de, şeriklerinizle de benim hiç bir ilişiğim yoktur.” [11,17]

Hz. Peygamberin risaletinin asıl ve en büyük şahidi Allah’tır. O’nun şahitliği: Ona mûcizeli bir ferman olan Kur’ân’ı vermesi, daha önceki semavî kitaplarda geleceğini haber vermesi, bazı mûcizelerle desteklemesi, kâinatı onun dâvetinin esası olan vahdaniyetin (Allah’ın var ve bir olmasının) delilleri ile doldurması, insanın yaratılışına bir Allah’a ve ebedî hayata inanma duygusunu koyması tarzlarında olmaktadır.

20 – Kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin bilginleri o Peygamberi, kendi öz evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar.

Ama kendilerine acımayıp kendi kendilerini en büyük hüsrana uğratanlardır ki iman etmezler. [3,81; 26,196; 61,6]

Yahudi ve Hıristiyanlar kutsal kitaplarında Hz. Muhammed (a.s.)’ın geleceğini müjdeleyen bilgilere sahiptiler. Ölçüleri kullanan Abdullah b. Selâm gibi bir Yahudi bilgini: “Ben Peygamberi, oğlumu tanıdığımdan daha iyi tanırım. Zira ben Muhammed’in nebî olduğunda şüphe edemem, çocuğuma gelince, ne bileyim, belki de annesi ihanet etmiş olabilir.” demiştir. Bu kitaplardaki bilgiler, tahriften sonra bile mevcut olup, bu konuya tahsis edilen kitaplarda yer almaktadır.

21 – Allah adına yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir ki? Şu muhakkak ki o zalimler felâh bulamayacak, muratlarına eremeyeceklerdir.

22 – Gün gelecek, hepsini bir yere toplayıp sonra o müşriklere: “Nerede Allah’ın ortağı olduğunu iddia ettiğiniz tanrılarınız?” diye soracağız.

23 – Sonra onların şirklerinin vardığı son nokta, (sığınacakları tek yalancı özrü) “Rabbimiz Allah hakkı için, vallahi biz müşrik değildik!” demekten ibaret olacaktır.

24 – İşte bak, nasıl da kendi vicdanlarına karşı yalan söylediler! Uydurdukları o tanrılar da kendilerinden uzaklaşıp ortada görünmez oldular.

25 – Onlardan seni Kur’ân okurken dinleyenler de vardır. Fakat Biz onu lâyık olduğu şekilde anlamalarına mani olmak için, onların kalplerine kat kat örtüler gerdik. Kulaklarının içine de, gereği gibi işitmelerini engelleyen ağırlıklar koyduk.

Artık onlar her türlü mûcize ve belgeyi de görseler yine iman etmezler. O kadar ki yanına geldikleri zaman seninle münakaşaya girişerek “Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir.” derler. [17,46; 18,57; 31,7]

26 – Onlar hem halkı Kur’ân’dan ve Peygamberden uzaklaştırırlar, hem de kendileri ondan geri dururlar.

Böylece yalnız kendilerini mahvederler de farkına varmazlar.

27 – Onlar ateşin karşısında durdurulup da “Ah n’olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!” dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!

28-29 – Hayır! Öteden beri gizledikleri utandırıcı çirkin halleri, münafıklıkları yüzlerine vuruldu da ondan böyle söylüyorlar.

Yoksa geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya dönecek ve diyeceklerdi ki: “Hayat, sırf dünya hayatımızdan ibaret! Biz bir daha diriltilecek de değiliz!” Onlar, hiç şüphesiz yalancıdırlar.

30 – Hem onları Rab’lerinin huzuruna getirilip hesap meydanında durduruldukları zaman bir görsen! Hak Teâlâ: “Nasıl, diyecek, şu gördüğünüz diriliş gerçek değil miymiş?” Onlar da: “Evet, Rabbimiz hakkı için gerçekmiş!” diyecekler.

Allah Teâlâ buyuracak: “Öyle ise, kâfirliğinizden ötürü şimdi tadın azabı!”

31 – Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, gerçekten en büyük hüsrana uğramışlardır.

Nihayet kıyamet saati kendilerini bastırıverince onlar, günah yüklerini sırtlarına yüklenerek: “Eyvah! Dünyada terk edip yapmadığımız iyiliklerden dolayı yazıklar olsun bize!” diyecekler. Dikkat edin: Ne fena yükler götürüyorlar!

32 – Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, fenalıklardan sakınanlar için daha hayırlıdır, halâ akıllanmayacak mısınız? [29,64; 47,36]

33 – Ey Resulüm! Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette pek iyi biliyoruz.

Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar; fakat o zalimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. [35,8; 26,3]

Bu âyet, Allah Teâlânın Hz. Peygamber efen­dimize verdiği yüce makama delalet eden yer­lerden biridir. Zira ona hitaben: “Üzülme! Onlar senin yalan söylediğini iddia etmiyorlar. Onlar Allah’ın âyetlerini yalan sayıyorlar” buyurarak onu sıkıntıdan kurtarıp, yükü Zatının üzerine almaktadır.

Bu teşrif, “yalancı!” iftirasına maruz kalan Efen­dimizi teselli ettiği gibi, bir gerçeği de dile getiriyordu. Zira müşrikler 40 yaşına ka­dar içlerinde yaşayıp her halini bildikleri Peygamberimize hep “el-Emîn” (pek dürüst ve güvenli) derlerdi. Elçiliğini açıklayınca onu yalanlamaları, Allah’ın bildirdiklerini kabul etme­diklerini gösteriyordu. Nitekim düşman kampın başkanı Ebû Cehil Hz. Peygambere şöyle demişti: “Doğrusu, biz senin yalancı olduğunu söyleyemeyiz, ama senin getirdiğini yalanlıyoruz.”

34 – Senden önce nice peygamberler yalancı sayıldılar da tekzib olunmaya ve her türlü eziyete uğratılmaya karşı sabrettiler. Nihayet kendilerine yardımımız gelip yetişti.

Öyle ya, Allah’ın sabredenlere yardım vaadini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Nitekim o resullerin kıssalarından bazı bölümler sana ulaşmıştır. [37,171-173; 58,21]

35 – Eğer onların hakka sırt çevirmeleri sana pek ağır gelip de kendilerine bambaşka bir mûcize getirmen için yer altında bir geçit veya göğe çıkacak bir merdiven arama peşinde olursan, şunu bil ki: şayet Allah dileseydi onların hepsini elbette doğru yol üzerinde toplardı. O halde sen sakın bunu bilmeyenlerden, fevrî davrananlardan olma! [10,99]

36 – Ancak kulak verenler bu dâveti kabul ederler. Ölüleri ise Allah diriltecek, sonra O’nun huzuruna çıkarılacaklardır. [36,70]

37 – “Ona bizim ısrarla istediğimiz bambaşka bir mûcize indirilse ya!” deyip duruyorlar. De ki: “Şüphesiz Allah öyle bir mûcize göndermeye kadirdir, fakat onların çoğu bunu bilmezler. [10,20; 13,7.27; 17,90-59; 26,4]

38 – Hem yerde hareket eden hiç bir canlı, kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler.

Biz o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab’lerinin huzuruna sevk edilip toplanacaklardır. [6,59; 16,89; 10,61; 11,6; 29,60; 34,3; 36,12]

Fikrî seviyeleri düşük müşriklerin, keyiflerine göre mûcize istemelerine karşı, onların dikkatleri, geçici olmayan ve kâinatın her tarafını dolduran mûcizelere çevriliyor. Bunların; hem Yaratıcının kudretini gösterme, hem de başka yönleriyle de dikkate değer oldukları hatırlatılıyor. Mesela: Kuş türlerinin, arıların, karıncaların ve daha birçok canlıların toplum hayatı yaşadıkları gerçeği bunlardandır.

Bu âyetteki kitap, müfessirlerin çoğuna göre Levh-i Mahfuzdur. Levh-i Mahfuz, ilâhî ahkâma göre, mahlukatın bütününün kaderlerinin kaydolunduğu âlem-i gayba ait bir kavramdır. “Kitab”ın her şeyi ihata eden “ilm-i ilâhî” veya “Kur’ân-ı Kerim” olduğu da söylenmiştir. Kur’ân-ı Kerim olarak açıklayanlar, maksadın, dini hususlar olduğunu ve dini meselelerin de Kur’ân’da mücmel olarak, genel prensipler halinde yer aldığını belirtirler.

39 – Âyetlerimizi yalan sayanlar, karanlıklar içinde olan birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola koyar.

40 – De ki: “Söyleyin bakalım, eğer size Allah’ın azabı gelir yahut kıyamet gelip çatarsa Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru kimseler iseniz haydi söyleyin gerçeği!” [2,17-18; 24,40]

41 – Hayır! Yalnız O’na yalvarırsınız. O da dilerse duanıza sebep olan sıkıntıyı giderir ve o zaman siz de Allah hakkında uydurduğunuz o ortakları, o batıl mâbudları unutursunuz. [17,67]

Allah Teâlâ 2,186 ve 40,60 âyetlerinde duaları kabul buyuracağını bildirir. Bu âyet ise onları ilâhî meşiet ile kayıtlar. “Sizin istemeniz, ama Allahın da dilemesi ile duanız kabul edilir” mânası kastedilir.

42 – Senden önce de birtakım ümmetlere resuller gönderdik. Dinlemediler: Hakka dönüş yapsın, suçlarının affı için niyaz etsinler diye onları çetin bir yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla cezalandırdık.

43 – Bâri, kendilerine şiddetimiz geldiği vakit yalvarsaydılar, tövbe etseydiler! Fakat heyhât! Onların kalpleri kaskatı olmuş, şeytan da yapmakta oldukları mâsiyet ve günahları kendilerine süslemiş, cazip göstermişti.

44 – Kendilerine verilen öğütleri terk edip unutunca üzerlerine her şeyin, her zevk ve nimetin kapılarını açtık.

Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam ferahlandıkları sırada, ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bir anda bütün ümitlerini kaybediverdiler! [7,182; 68,44]

Bu refah onlara istidrac olarak verilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.), bu âyeti açıklamak üzere şöyle buyurur: “İsyanına devam ettiği halde, Allah’ın böyle bir kuluna dünyadan arzu ettiği şeyleri verdiğini görürsen, bil ki bu sadece istidraçtan ibarettir. Sonra da felemma nesû… (bu âyeti) sonuna kadar tilâvet etti.” İstidraç : Kâfirin cezasını arttırmak için Allah’ın ona bol nimet ve mühlet vermesidir.

45 – Alemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun ki böylece, zulmedip duran o gürûhun arkası kesildi.

46 – De ki: “Söyleyin bakalım: Eğer Allah işitme ve görme duyunuzu alır, kalplerinizin üstüne bir de mühür vurursa Allah’tan başka hangi tanrı onları size geri getirebilir?”

Bak, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz da, sonra onlar nasıl yüzçeviriyorlar! [67,23; 8,24; 10,31]

47 – De ki! “Söylesenize bana: Eğer Allah’ın azabı, ansızın yahut göz göre göre size gelirse zalim topluluktan başkası mı helâk olacak?” [6,82]

48 – Biz peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. O halde kim iman eder, kendisini ve işlerini düzeltirse onlara asla korku yoktur. Onlar hiçbir üzüntüye de mâruz kalmayacaklardır.

49 – Âyetlerimizi yalan sayanlar ise isyan edip yoldan çıkmalarından ötürü azaba uğratılacaklardır.

“Yoldan çıkma,” âyetin aslında fısk kelimesi ile ifade edilmiştir. Fısk: İtaat dışına çıkmak demek olup küfr kavramından daha geneldir. Fısk genellikle çok günah için kullanılır. Fâsık: dinin hükümlerini kabul ettikten sonra bütün veya bir kısım hükümlerine aykırı davranan kimseye denilir. Âyette ise münkirlerin, kâfirlerin fısklarından söz edilmektedir.

50 – De ki: “Ben, size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır” demiyorum. Yok, “Ben gaybı bilirim.” Yok, “Ben meleğim.” de demiyorum.

Bana ne vahyediliyorsa, ben ancak ona tabi olurum” De ki: “Kör, görenle bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz? [13,19]

51 – Allah’ın huzurunda toplanma endişesi taşıyanları sen Kur’an’la uyar! O’nun huzurunda kendilerini savunacak hamilerinin ve şefaatçilerinin olmayacağını bildir! Böylece umulur ki bu şirkten sakınırlar. [23,57; 13,21]

Meallerin çoğunda net mânanın pek verilmediği bu âyete, çeşitli tefsirlerden yararlandıktan sonra, özellikle Ebu’s-suûd’un tercihine göre mâna verdik. Burada günâhkar müminlerin mahşerdeki durumu değil, müşriklerin durumu vurgulanmaktadır.

52 – Sabah akşam Rab’lerine, sırf O’nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma! Ne sen onlardan, ne de onlar senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın. [18,28; 26,112-114]

İlk Müslüman cemaat arasında Habbab, Bilal, Ammar, Suheyb (r.anhum) gibi köleler ve fakirler vardı. Kureyşin ileri gelenleri Hz. Peygamber (a.s.)’a: “Ne o, kavmine bedel bunlara mı razı oldun?” Biz onların mı peşinden gideceğiz! Onları yanından uzaklaştırırsan belki biz de sana tabi olabiliriz” demeleri üzerine 52-53. âyetler indirildi. 54. âyet, gerekli tutumu bildirmektedir.

İmam Ahmed ve Teberanî’nin naklettikleri bu nüzul sebebinden anlaşıldığına göre, Hz.Peygamber (a.s.), herhangi bir karar vermeden, bu âyet nâzil olup onun, isabetli olan davranışı seçmesine vesile olmuştur.

53 – Biz onlardan kimini kimi ile, neticede “Allah bula bula aramızdan bunları mı lütfuna lâyık gördü?” desinler diye, işte böyle imtihan ettik. Allah kimin şükrettiğini, kimin lütfuna daha lâyık olduğunu bilmez olur mu? [11,27; 46,11; 19,73]

Burada, o kibirli ileri gelenlerin bu lütfa lâyık olmadıkları ima edilmektedir.

54 – Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman onlara:

“Selam sizlere!” de!

Rabbiniz merhameti kendi Zatına temel bir ilke edinmiştir.

Sizden kim bilmeyerek bir günah işler de sonra ardından tövbe eder ve halini düzeltirse Onun da gafur ve rahîm (çok affedici ve merhametli) olduğunu bilmelidir.”

55 – Suçlu kâfirlerin yolu, müminlerin yolundan ayırt edilsin diye, böylece âyetleri tamı tamına açıklıyoruz.

56 – De ki: “Allah’tan başka taptığınız şeylere ibadet etmem bana yasak kılındı.” De ki: “Sizin keyfî arzularınıza uymayacağım; yoksa sapmış ve gerçeği bulamamış olurum.”

57 – De ki: “Ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanmaktayım. Siz ise, onu yalan saydınız.

Gelmesi için acele ettiğiniz azap da benim elimde değildir. Azabı çabuklaştırmak veya ertelemek hakkındaki hüküm, ancak Allah’ındır.

O doğru haber verir. O doğruyu eğriden ayırt edenlerin, hükmedenlerin en hayırlısıdır.”

58 – De ki: “Eğer o acele istediğiniz azap benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş çoktan bitmiş olurdu.”

Zalimlere nasıl davranılması gerektiğini Allah pek iyi bilir.

59 – Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb aleminin anahtarları O’nun yanındadır. Onları Kendisinden başkası bilemez.

Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez.

Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hasılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın. [6,38; 16,89; 39,63; 42,12; 10,61; 11,6]

Âyetteki mefatih, miftah’ın çoğulu olarak anahtar, meftah’ın çoğulu olarak hazine mânasına gelir. Burada geçen gayb hazineleri veya anahtarlarını Hz. Peygamber, 31,34 âyeti ile şöyle açıklamıştır: “Gayb hazineleri beştir: Kıyamet hakkındaki bilgi, Allah’ın nezdindedir. Yağmuru dilediği yere dilediği mikdar indiren O’dur. Rahimlerin ihtiva ettiği çocukların istikballerini bilen O’dur. Hiç kimse yarın yapacağı şeyleri bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden haberdar olan Allah’tır.” Âyetin sonunda geçen kitab: Levh-i Mahfuz veya ilm-i ilahîdir.

Kur’ân’ın üslubu, ilahî hakikatleri ekseriya müşahhas biçimde anlatır. Bu âyetin ilm-i ilahîyi anlatımı buna dair misaller ihtiva eder. Mücerret üslupla “Allah’ın ezelî ilminin dışında hiçbir şey olmaz.” gibi bir ifade yerine burada buyurulduğu gibi çok canlı, uçsuz bucaksız bir manzara içine giriyoruz. Mesela “O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez.” cümlesi, muhatabı dünya genişliğinde bir ormana yerleştiriyor. Her taraf yemyeşil. Sayılara sığmayacak kadar yaprak, yaprak, yaprak… Bunlardan birinin sessizce düşmesi bile O’nun izni dışında olmaz” anlatımıyla varlıkta olan biten herşeyin Allah’ın izni ile olduğu pek etkili tarzda anlatılmaktadır.

60 – O’dur ki geceleyin uykuda sizi kendinizden geçirip alır, gündüzün ne işlediğinizi bilir. Mukadder olan ömür müddetiniz doluncaya kadar, bu bilincinizi alıp, gündüzün sizi uyandırma sürecini devam ettiren de O’dur.

Bu sürecin sonunda da dönüşünüz O’na olacak ve O size yaptıklarınızı bir bir bildirip karşılığını verecektir. [3,55; 39,42; 13,10; 28,73; 78, 10-11]

61 – O kullarının üstünde de tek hâkimdir. O üzerinize, hareketlerinizi kaydeden hafaza meleklerini gönderir.

Nihayet sizden birine ölüm vakti geldiğinde elçilerimiz hiç geciktirmeksizin ve hiçbir işi aksatmaksızın onun ruhunu alırlar. [13,11; 82,10]

62 – Sonra onlar gerçek efendileri, mevlâları olan Allah’a götürülüp teslim edilirler. İyi bilin ki bütün hüküm yetkisi O’nundur ve O hesaba çekenlerin en süratlisidir. [56,50; 10,32]

63 – De ki: “Siz yalvara yakara, ağlaya sızlaya ve gizlice dualar ederek şöyle dediğiniz demler sizi karanın ve denizin karanlıklarından, tehlikelerinden kim kurtarır?”

“Eğer bizi bundan kurtarırsa, ahdimiz olsun, kesinlikle şükredenlerden olacağız.” [17,67; 27,63; 10,22]

64 – De ki: “Allah kurtarır sizi ondan ve her sıkıntıdan, fakat sonra siz yine şirke girersiniz.”

65 – De ki: “O size tepenizden, yahut ayaklarınızın altından azap göndermeye, yahut sizi gruplar halinde birbirinize katıp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir.”

Bak, iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl türlü türlü ifade ediyoruz! [17,68-69; 67, 16-17]

Allah Teâlâ geçmişte azgınlık eden bazı toplumlara, burada sayılan cezaları indirdiğini bildirmek sûretiyle son Peygamberin (a.s.m) ümmetini de uyarmaktadır. Yukarıdan inen azap: Taş yağması, fırtına, tufan, yıldırım; hastalık ve musîbetler veya kötü yöneticilerden gelen zulüm; aşağıdan gelen azap: deprem, toplumdaki kargaşa, anarşi, asayişsizlik diye açıklanmıştır.

Bu âyetle ilgili bir hadis: “Ümmetimden dört şeyi kaldırması için Allah’a dua ettim; bunlardan ikisini kaldırdı, diğer ikisini kaldırmaya razı olmadı. Gökten taş yağmasını, yere batmayı, onları birbirine düşürmeyi ve kimine kiminin hıncını tattırmayı kaldırmasını diledim. İlk ikisini kaldırdı, öbür ikisini kaldırmaya razı olmadı.”

Müslümanlar arasında tefrika ve birbiriyle kavga haram olmakla beraber, Allah’ın hikmetinin bunlara imkân vermesi, kulların imtihanda olmaları sırrı ile ilgilidir. Mümin şerden, haramdan geri durmakla yükümlüdür.

66-67 – Bu, hakikatin ta kendisi olduğu halde, senin halkın onu yalan saydı. De ki: “Ben sizden sorumlu değilim. Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır; siz de yakında öğrenirsiniz.”

68 – Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırla münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, -onlar başka bir konuya geçinceye kadar- kendilerinden yüzçevir, eğer şeytan bunu sana bir an unutturursa, hatırına geldiği gibi hemen kalk, artık o zalimler gürûhuyla oturma” [4,140]

69 – Allah’ın azabından sakınan müttakilere, iman etmeyenlerin hesabından dolayı bir sorumluluk yoktur.

Fakat uhdelerine düşen, belki onlar da inanıp küfürden ve cehennemden sakınırlar diye, bir nasihattan ibarettir.

Müttaki: İttika (korunma) masdarından ism-i fail olup başta küfür ve şirk olarak âhirette zarar verecek olan haram ve günahlardan sakınan, böylece de tâ nihayette cehennem azabından korunan kimse, demektir.

70 – Dinlerini bir oyuncak ve eğlence haline getiren, kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri kendi hallerine bırak!

Sen Kur’ân ile va’z et ki,

Allah’tan başka yardımcısı ve şefaatçisi bulunmayan hiçbir nefis, işlediği günahlar yüzünden helâke teslim edilmesin.

O, her türlü fidyeyi denkleştirse bile, yine ondan kabul edilmez.

İşledikleri günahlar yüzünden helâke sürüklenenler, mahvolanlar, işte bunlardır.

İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve acı veren bir azap vardır. [74,38-39; 3,91; 10,3; 32,4]

71 – De ki: “Allah’tan başka, bize, yalvarıp ibadet ettiğimiz takdirde fayda, terkettiğimiz takdirde zarar veremeyen şeylere mi yalvaralım?

Allah bizi doğru yola koyduktan sonra şeytanların kandırıp şaşkın bir halde çöle düşürdükleri, arkadaşlarının ise “Bize gel!” diye doğru yola çağırıp durdukları ahmak gibi, gerisin geriye İslâm’dan şirke mi dönelim?

De ki: “Allah’ın gösterdiği yol, tek doğru yoldur ve bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emrolundu.” [39,37; 16,37]

72 – “Bir de namazı hakkıyla ifa edin ve Allah’a karşı gelmekten sakının.” diye de emrolundu!

Hepinizin sonunda toplanacağı yer, O’nun huzurudur.

73 – Gökleri ve yeri hak ve hikmet’le yaratan O’dur.

O “ol” dediği zaman her şey oluverir. Sözü haktır. Sûra üfleneceği gün de hakimiyet O’nundur.

Görünmeyeni de, görüneni de, olmuşu da, olacağı da O bilir. O, hakîm ve habîrdir (tam hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden hakkıyla haberdardır). [2,117; 18,99; 20,102; 40,16; 25, 26]

74 – Bir zaman İbrâhim, babası Azer’e: “Ne! Sen putları tanrı mı ediniyorsun?

Doğrusu ben seni de halkını da besbelli bir sapıklık içinde görüyorum!” demişti. [19,41-48]

Azer , Hz İbrahim (a.s.)’ın babasının adının Arapçadaki şeklidir, Tevrat’ta Terah diye geçer.

Gelecek bölümde Hz. İbrâhim (a.s.)’ın Allah’ın varlığını ve birliğini delillere dayanarak ortaya koyması anlatılmaktadır. Müfessirlerin çoğuna göre, Hz. İbrâhim, muhataplarını irşad ve onlara istidlâl, yani delillere dayanarak tahkikî imana ulaşma yolunu göstermek için bu diyaloğa girmiştir. 78. âyette nakledilen ve onun şirkten berî olduğunu bildiren sözü de buna delildir.

75 – Biz İbrâhim’e (şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi) imanında yakîne, kesinliğe ulaşması için göklerin ve yerin muhteşem hükümranlığını da öylece gösteriyorduk. [3,190-191; 7,185; 10,101; 23,88; 34,9; 36,83]

76 – Gece bastırınca İbrâhim bir yıldız gördü, “(İddianıza göre) Rabbim budur!” dedi.

Yıldız sönünce de “Ben öyle sönüp batanları Tanrı diye sevmem!” dedi.

77 – Sonra Ay’ı, dolunay halinde doğmuş vaziyette görünce “(İddianıza göre) Rabbim budur!” dedi. Sonra o da batınca: “Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka sapmışlardan olurdum!” dedi.

78-79 – Daha sonra Güneşi doğarken görünce (iddianıza göre) “Rabbim, her hâlde budur, bu hepsinden daha büyük!” Batıp kaybolunca da: “Ey halkım, ben sizin Allah’a şerik koştuğunuz şeylerden berîyim. Ben batıl dinlerden uzaklaşarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Rabbülâlemin’e yönelttim, ben asla sizin gibi müşrik değilim!” dedi. [6,19; 7,54]

80 – Halkı kendisi ile tartışmaya girişti: O dedi ki: “Allah, bana doğru yolu göstermişken, siz hâlâ benimle O’nun hakkında tartışıyor musunuz? Sizin O’na ortak saydığınız şeylerden ben hiç bir zaman korkmam.

Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin ilmi her şeyi kapsar. Hâlâ kendinize gelip ders almayacak mısınız?”

81 – “Hem siz, Allah’ın size tanrı oldukları hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak saymaktan korkmuyorsunuz da, nasıl ben sizin O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?”

Şimdi biliyorsanız söyleyin, bu iki taraftan hangisi korkudan emin olmakta haklıdır?” [53,23; 42,21]

Hz. İbrâhim putlara ve yıldızlara tapmanın aklen tutarsız olduğunu ispatlayınca, öyle anlaşılıyor ki, müşrikler bu sefer, onların Allah nezdinde şefaatçi olabileceklerini söylediler. Bu ancak nakil yolu ile bilinecek bir şey olunca Hz. İbrâhim: “Onların şefaatçiliği hakkında Allah’ın hiçbir delil bildirmediğini” söyledi. Son olarak hürafeci müşrikler, “bizim bu gizemli ilahlarımız seni çarparlar” deyip, psikolojik bir yaklaşımla insanın zaaf damarlarından biri olan korkusunu harekete geçirmeye çalıştılar. O da pek kuvvetli ilzamî bir delille onları susturdu: “Allah’ın kudreti ve birliği kesin. Sizin tanrılarınızın ise zihninizden başka yerde varlıkları yok. Allaha şirkiniz sebebiyle, asıl korkması gereken siz iken, benim ise korkacak hiç bir yanlışım yok iken, ne diye ben korkayım? İyi düşünün: güven istiyorsanız, o sadece tevhid inancındadır.”

82 – İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır. [17,23; 31, 13]

“Zulüm” pek geniş bir kavram olup ondan kurtulmak kolay değildir. İnsan kendi nefsine, aile fertlerine, yakınlarına ve diğer insanlara hatta hayvanlara bile haksızlıktan kendisini kurtaramayabilir. Nitekim bu hal Ashab efendilerimizi de (r.a.) sarmış, fakat Hz. Peygamberin yaptığı tefsir onları rahatlatmıştı: Abdullah İbni Mesud (r.a.) diyorki: Bu ayet nazil olunca Ashaba ağır geldi ve “içimizde nefsine zulmetmeyen varmı ki?” dediler. Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bu âyetin manası sizin zannettiğiniz gibi değil. Zulmün buradaki manası, Lukman’ın oğluna “Evladım! Sakın Allah’a ortak uydurma! Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.” [31,13] sözündeki zulümdür.” Böylece Hz. Peygamber burada zulmün “şirk” anlamına geldiğini bildirmiştir. (Buhari, Fethu’l-Bari 1,81; Müslim 2,143;)

83 – İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz delillerdi.

Dilediğimiz kimselerin derecelerini kat kat yükseltiriz.

Muhakkak ki senin Rabbin tam hüküm ve hikmet sahibidir ve O her şeyi hakkıyla bilir.

84 – Biz ona İshak ile Yâkub’u ihsan ettik ve her birine doğru yolu gösterdik.

Daha önce de Nuh’a ve onun neslinden Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Mûsâ ve Harun’a da doğru yolu gösterdik.

Biz iyi hareket edenleri işte böyle ödüllendiririz. [19,49; 29,27; 57,26; 19,58]

85 – Zekeriyya’ya, Yahya’ya, Îsâ’ya, İlyas’a da doğru yolu gösterdik. Onların hepsi de salih, hayırlı insanlardandı.

86 – İsmâil’e, Elyesa’a, Yunus’a, Lut’a da doğru yolu gösterdik; her birini de yaşadıkları devirlerin insanlarından üstün kıldık.

87 – Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimini de, aynı şekilde etraflarındaki insanlara üstün kıldık, onları seçtik, onlara doğru yolu gösterdik.

88 – İşte bu yol Allah’ın hidâyet yoludur ki kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar Allah’a ortak tanısalardı, bütün yaptıkları, elde ettikleri bütün kazançları heder olmuş gitmişti. [39,65; 43,81; 21,17; 39,4]

89 – İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet, ve nübüvvet verdiğimiz şahsiyetlerdir. Şimdi o müşrikler bunları inkâr ederlerse, biz inkâr etmeyip bunlara sahip çıkan bir topluluk görevlendiririz.

Hz. Peygamberin evrensel risaleti insanlık için en büyük nimettir. Mekkeli hemşehrileri onun kıymetini bilmeyince, Allah ona sahip çıkacak başka bir toplum var edeceğini bildiriyor. İbn Abbas bunu “Ensar” diye tefsir etmişti. İbn Hacer Fethu’l-Barî adlı Buharî şerhinde şöyle der: “Birinci derecede Ensar maksat olmakla birlikte, İslâm tarihi boyunca bu vaadin gerçekleştiğini gösteren müteaddit toplulukların gelmiş olması, Kur’ân’ın mûcizelerindendir. “Kıyamet gününe kadar hak için galibiyetle mücahedeyi sürdüren bir cemaat, ümmetimden eksik olmayacaktır.” hadisi de bu gerçeği müjdelemiştir. Bildirilen cemaat bire münhasır değildir, birden fazla da olabilir.”

90 – İşte onlar Allah’ın hidâyet verdiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü ve de ki: “Ben risaleti tebliğden dolayı sizden bir ücret beklemiyorum. O, bütün milletler için bir öğütten, irşaddan ibarettir.

Peygamberlerin hidayetinden maksat; tevhidde, dinin asılları olan akaidde ve ahlâkta olup, hüküm ve şeriatlerin hepsinde değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) onların hepsinin hidayetlerine tabi olmuştu. Kesbî faziletleri, onların her birininkinden daha fazla idi. Zira sadece kendisine mahsus olan ilahî bağışlardan başka, onların hepsine tabi olmakla, onlardan her birinin ayrı ayrı mazhar oldukları kemalatı cem etmişti. Vehbî faziletleri de diğer peygamberlerden daha ileri derecede idi. Hatemü’l-Enbiya olup, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara gönderilmesi de bunu gösterir.

91 – Bazı Yahudiler de Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü “Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir.” dediler.

Sen onlara de ki: “Peki, Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve rehber olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar haline koyup işinize geleni gösterdiğiniz, fakat çoğunu gizlediğiniz ve sizin de babalarınızın da bilmediğiniz birçok şeyleri sayesinde öğrendiğiniz o kitabı kim indirdi?”

Ey Resulüm sen: “Allah indirdi.” de! sonra bırak daldıkları batıllarında oynaya dursunlar. [10,2; 17,94-95]

92 – İşte bu da bir feyiz kaynağı ve daha önceki kitapları tasdik edici olarak, bir de hem Anakenti, hem de bütün çevresindeki insanları uyarman için indirdiğimiz bir kitap! Âhirete iman edenler, buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler. [2,41; 7,158; 6,19; 11,17; 25,1; 3,20; 42,7]

Kur’ân’ın dâveti evrenseldir. Nitekim bu âyet, “Ümmu’l-Kurâ (Metropol, Anakent)” Mekke ve bütün çevresi” diyerek bunu gösterir. Bu gerçek “bütün insanlara” [7,158], bütün âlemlere (insanlara ve cinlere) 25,1 gibi âyetlerde daha açık bildirilir.

93 – Allah adına yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde “Bana da vahyolundu.” diyenden, bir de, “Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indiririm.” diye iddia edenden daha zalim kimse olabilir mi?

Ölümün şiddetleri içinde kıvranırken, ölüm meleklerinin de yakalarına yapışıp kendilerine: “Haydi, derhal ruhlarınızı çıkarıp teslim edin! Bugün zillet azabıyla cezalandırılacaksınız; çünkü Allah hakkında gerçek dışı şeyler söylüyordunuz ve çünkü kibirlenerek O’nun âyetlerinden yüzçeviriyordunuz!” diye haykırdıkları sırada sen o zalimlerin halini bir görsen! [8,31.50; 47,27; 66,6]

Allah adına yalan şöyle olur: O’nun söylemediği söz O’na mal edilir, şeriki olmadığı halde ortak koşulur veya O’na eksik sıfatlar verilir.

94 – Kıyamet günü de Hak Teâlâ şöyle buyuracaktır:” İşte siz ilk yarattığımızda olduğunuz gibi çırıl çıplak, teker teker huzurumuza geldiniz! Size verdiğimiz mallarınızı da çok gerilerde bıraktınız.

Hani, dünyada iken Allah’a ortak olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz? Gördünüz ya, aranızdaki bağlar bir bir koptu ve ortak olduklarını iddia edip güvendiklerinizin hepsi sizden uzaklaştı.” [28,62-74; 26,92-93; 2,166-167; 23,101; 29,25; 28,64; 74,11]

İnsan dünyadan âhirete hiçbir şey götüremez. Mal, mülk, dünyevî mevki, şöhret hep dünyada kalır. Dirilirken de insan “Anadan doğduğu gibi çıplak, yalınayak ve sünnetsiz” haşredilecektir. Hz. Aişe (r.a.): “Eyvah! Herkes birbirinin mahrem yerlerine bakacak!” deyince Hz. Peygamber (a.s.) bir başka âyetle cevap verip bu âyeti açıklamıştır: “O gün herkesin başından aşkın derdi vardır, (ne erkekler kadınlara, ne de kadınlar erkeklere bakamazlar.)” [80, 37]

95 – Taneleri ve çekirdekleri çatlatıp yararak (her şeyi gelişme yoluna koyan) Allah’tır. Ölüden diriyi O çıkarır, diriden ölüyü çıkaran da O’dur.

İşte gerçek İlah bunları yapandır! Artık nasıl oluyor da haktan uzaklaştırılıyorsunuz? [3,27; 36,33-36]

Ölüden diriyi çıkarmak: Kuru taneden yeşil bitki, kâfirin neslinden mümin çıkarma; diriden ölü çıkarma ise bunun aksi olarak açıklanır. Canlılar ölü maddeleri yiyerek beslenir. Bebeğin bedeni, ölü sütü, canlı ete dönüştürür. Canlı bedenden ölü süt çıkar. Bunun da ötesinde, hayat ve ölüm deveranı, hayatın sırrı ve kâinatın ihtiva ettiği büyük bir mûcizedir. Su, karbondioksit, hidrojen ve topraktaki inorganik tuzlar, güneş ışığı, yeşil bitkiler ve muayyen bakteriler sayesinde, nebat ve hayvandaki hayat maddesini teşkil eden organik maddelere dönüşürler. İkinci durumda ise bu maddeler, canlı artıkları halinde ölüm âlemine dönerler. Böylece Yüce Yaratıcı akıp giden zamanın her anında ölümden hayat, hayattan ölüm çıkarır.

96 – Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O’dur. Geceyi dinlenmeniz, Güneş ve Ay’ı da vakitlerinizi hesaplamak için O yarattı. İşte bütün bunlar, azîz ve alîm (mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın) takdiridir. [2,189; 7,54; 93,1-2; 92,1-2; 91,3-4; 10,5; 36,40]

97 – Karanın ve denizin karanlıkları içinde size yıldızlardan yararlanıp yol bulma imkânı veren O’dur. Gerçekten bilmek, öğrenmek isteyen kimseler için âyetlerimizi açıkça bildirdik.

98 – Sizi bir tek candan yaratan O’dur. Sonra sizin için; bir kalacak yer, bir de emanet olarak duracak yer vardır. Biz âyetlerimizi anlayan kimseler için açıkça bildirdik. [4,1]

Bütün insanların, ilk insan olan babaları Hz. Âdem’den çoğalmış olmaları Allah’ın kudretinin delilleridir. Müstekarr: Ana rahmi veya yeryüzündeki ikamet; emanet yeri ise: sulb veya kabirdeki ikamettir. Başka ihtimaller de söz konusudur.

99 – Gökten su indiren O’dur. Sonra Biz onunla her çeşit bitkiyi çıkarırız. O bitkiden bir filiz, ondan da büyüyüp birbirinin üstüne binmiş taneler, başaklar çıkarırız. Hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm, zeytin ve nar bahçeleri yetiştiririz.

Bunlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Her birinin meyvesine, bir ilk meyve verdiğinde bir de tam olgunlaştıkları zaman bakın! Elbette bütün bunlarda iman edecekler için alınacak birçok dersler vardır. [16,10-11; 21,30; 13,4]

100 – Böyle iken tuttular, cinleri Allah’a ortak yaptılar; halbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka O’na birtakım oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Ne dediklerini bildikleri yok! O, müşriklerin Kendisine isnad ettikleri bu gibi nitelendirmelerden münezzehtir, yücedir. [2,116; 4,117-120; 18,50; 19,44; 36,60-61; 34,41]

101 – Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. O’nun nasıl çocuğu olabilir ki Kendisinin eşi de yoktur. Gerçek şu ki: her şey O’nun mahlûkudur ve O her şeyi hakkıyla bilir. [72,3]

102 – Rabbiniz Allah, işte bu vasıflara sahib olan Yüce Zattır.

O’ndan başka tanrı yoktur. Her şeyi yaratan O’dur.

O halde yalnız O’na ibadet edin. Her şeyin yönetimi O’nun elindedir. [3,173]

103 – Gözler O’na erişemez. O’nun ilmi ise bütün gözleri ihata eder.

(Gözlerin görmediği her şeye nüfuz eden, her şeyden haberdar olan) latîf ve habîr O’dur. [67,14; 31,16]

Bu âyet gözlerin, Allah’ı bütün vasıflarıyla ve “ihata” sûretiyle, göremeyeceklerini bildirir. Ehl-i sünnet anlayışına göre bu âyet, dünyada görmeyi nefyeder, ama cennetlikler Allah’ı göreceklerdir. 75,23 âyeti “Rab’lerine bakacaklar” buyurduğu gibi, başka deliller de vardır. Hz. Peygamber (a.s.)’dan bize ulaşan kesin hadisler ile bu rü’yet meselesi sabit olmuştur. Yalnız birini nakledelim: “Siz şüphe yok ki şu dolunayı nasıl birbirinizi itip kakmadan görüyorsanız Rabbinizi de göreceksiniz.”

104 – Rabbinizden size muhakkak ki deliller gelmiştir.

Artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de hakkı görmeyip batılı seçerse kendi aleyhinedir.

(Sen de ki:) “Ben sizin üzerinizde bekçi değilim.” [7,203; 22,46]

105 – İşte Biz, âyetleri iyice anlayıp kavramaları için farklı üslûplarla, türlü türlü beyan ederiz.

Biliyoruz ki onlar neticede “Sen bu bilgileri bir yerden almışsın” diyeceklerdir.

Âyetleri böyle türlü türlü açıklamamız, bilmek isteyen kimselere, Kur’ân’ı iyice beyan etmek içindir. [25,4-5; 2,26; 22,53; 74,31; 17,82; 41,44]

106 – Rabbinden sana ne vahyolunuyorsa ona tâbi ol. O’ndan başka tanrı yoktur. Onun için, sen de müşriklerden uzak dur.

107 – Eğer Allah dileseydi onlar müşrik olmazlardı. Biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermedik. Sen onların işlerini yürütmekle de görevli değilsin. [13,40; 88,21-22]

108 – Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler.

Böylece her ümmete, yaptıkları işi güzel gösterdik. Sonra dönüşleri yalnız O’na olacak ve O da yaptıklarını kendilerine bir bir bildirip karşılığını verecektir.

Allah Teâlâ bir önceki âyette, hikmetiyle insanların hak dini seçip seçmemeyi kendi tercihlerine bıraktığını bildirmiştir. “Allah dileseydi hiç müşrik ve kâfir kalmazdı, fakat bunu dilememiştir,” buyurarak kâfirlere yapılan tebliğ işinde önemli bir metod veriyor. O da onları haktan iyice uzaklaştıracak şeylerden kaçınmak ve onların putlarına, liderlerine ve inançlarına sövüp hakaret etmemektir. Zira sövüp hakaret etmenin tebliğle ilgisi yoktur. Mümine düşen kızmaksızın, telaşsız, soğukkanlı bir tebliğdir.

109 – Kendilerine bambaşka bir mûcize geldiği takdirde mutlaka ona inanacaklarına dair vargüçleriyle Allah’a yemin ettiler.

De ki: “Mûcizeler ancak Allah’ın yanındadır.” O istedikleri mûcize geldiği zaman onların yine de iman etmeyeceklerinin siz farkında değil misiniz? [17,59]

110 – Onların kalplerini ve gözlerini ters çeviririz. İlkin ona inanmadıkları gibi o mûcizeyi gördükten sonra da inanmazlar ve onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bırakırız.

111 – Biz onlara, dedikleri gibi melekleri de indirseydik,

ölüler diriltilip kendileriyle konuşsaydı,

istedikleri her şeyi toplayıp karşılarına koysaydık,

onlar, ihtimali yok, yine iman edecek değillerdi.

Allah dilerse o başka! Fakat onların çoğu bunu bilmezler. [17,92; 6,124; 25,21; 10,96-97]

112 – Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.

Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.

Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı.

O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak! [3,184; 6,34; 41,43; 25,31]

113 – Bir de bu telkini, âhirete inanmayanların gönülleri ona meyletsin, derken ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçlarını işlemeye devam etsinler diye yaparlar.

114 – De ki: “Allah size o kitabı, içinde hak ile batıl birbirinden ayırt edilmiş tarzda açıklanmış olarak indirmişken,

sizinle aramızdaki davâyı hükme bağlamak için Allah’tan başka bir hakem mi arayacak mışım?

Kendilerine daha önce kitap verdiğimiz kimseler de bilirler ki

bu kitap gerçekten Rabbin tarafından indirilmiştir.

Sakın bundan şüphen olmasın! [10,94]

115 – Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tam kemalindedir.

O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir.

116 – Eğer dünyada bulunan insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.

Onlar sırf zanna uyarlar ve kafadan atarlar. [12,103; 37,71]

117 – Muhakkak ki Rabbin, Kendisinin yolundan sapanları pek iyi bildiği gibi,

doğru yolda olanları da çok iyi bilir.

118 – Artık, o sapanların sözlerine kulak asmayın da,

-Allah’ın âyetlerini tasdik ediyorsanız-

kesilirken üzerine Allah’ın adı anılmış olan hayvanların etini yeyin!

119 – Kesilirken üzerlerine Allah’ın adı anılmış olan hayvanların etlerinden niçin yemeyecek mişsiniz?

O, zaten size haram kıldığı etleri açıkça bildirmiştir; ancak çaresiz kalıp da zaruret mikdarı yemeniz müstesnadır.

Evet birçokları, bildiklerinden değil, sırf heva ve hevesleriyle halkı saptırıyorlar.

Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları pek iyi bilmektedir. [2,173]

Nesefî’nin dediğine göre, fe külû (kesilirken üzerine Allah’ın adı anılmış olan hayvanların etini yiyin) emri (âyet:118) 117. âyetteki saptıranlara uymanın yasaklanmasının bir neticesi durumundadır. Zira onlar haramı helâl, helâli ise haram sayıyorlardı. Bu şöyle olmuştu: Müslümanlara diyorlardı ki: “Siz Allah’a kulluk ettiğinizi iddia ediyorsunuz. Öyleyse sizin öldürdüğünüzü yemektense, Allah’ın öldürdüğünü yemeniz gerekmez mi?” Bu âyetle müminlere deniliyor ki: “Siz kesin olarak iman ediyorsanız, öyleyse özellikle kesilirken üzerine Allah’ın adı zikredilen eti yeyin, yoksa onların putlarının adı zikredilerek kesileni veya kendiliğinden öleni yemeyin. Hem Allah adına kesilmiş olanı yemenize ne engel var ki? O, sizin öldürdüğünüz değil, Allah adına kesilen helâl ve hoş rızıktır.”

120 – Günahın açığını da bırakın, gizlisini de: Çünkü günah işleyenler elbette yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.

121 – Allah adına kesilmeyen hayvanın etini yemeyin! Bu, Allah yolundan çıkmaktır, isyandır.

Şeytanlar kendi adamlarına sizinle mücadele etmeleri için telkinlerde bulunurlar.

Şayet onlara uyarsanız, siz de düpedüz müşrik olur çıkarsınız. [9,31]

Zebiha konusunda üç türlü içtihad vardır. a-Allah’ın adı zikredilmeksizin boğazlanan hayvanın eti helâl değildir, besmele ister kasden, ister yanılarak terkedilsin (İbn Ömer, Nâfi, İmam Malik, Davud). b- Besmele şart değil, müstehabdır, ister kasden, ister sehven terk edilsin (İbn Abbas, Şafiî, İmam Ahmed). c- Besmeleyi unutarak terk etmek zarar vermez, fakat kesen kimse kasden terk etmiş ise o hayvanın eti helâl olmaz (Hz. Ali, Hasan el-Basrî, Ebû Hanîfe).

122 – Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir ışık (iman nûru) verdiğimiz kişi, hiç karanlıklarda kalıp çıkamayan kimse gibi olur mu?

Olmaz ama kâfirlere, yapmakta oldukları işler böyle güzel gösterilir. [67,22; 11,24; 35,19-23]

123 – Mekke’de olduğu gibi her şehirde de ileri gelen mücrimleri, yüksek mevkilerde bulundururuz ki oralarda hîleler çevirsinler. Onlar böyle yapmakla kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. [17,16; 34,34-35; 43,23; 71,22; 34,31-33; 29,13; 16,25]

124 – Bir âyet gelip de bu kâfirlere tebliğ edilince “Allah’ın resullerine verilen risaletin benzeri bize verilmedikçe, sana asla iman etmeyiz.” derler. Allah peygamberliği kime vereceğini pek iyi bilir.

Yaptıkları hîleler sebebiyle, suç işleyenlere, Allah tarafından bir zillet ve şiddetli bir azap erişecektir. [25,21; 6,10; 43,31-32; 40,60]

125 – Hasılı Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm’a açar.

Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü sanki o kişi gökte yükseliyormuşcasına dar ve tıkanık yapar.

İşte Allah böylece, imana gelmeyenlere rüsvaylık verir. [20,25; 39,22; 49,7]

İnkâr zihniyeti ile rûhu kirlenmiş kimse Allah’ın birliğinin delillerini düşünmeye dâvet edilince, göğe çıkarcasına zorlanır, göğe yükselen kimsenin nefesinin tıkanması gibi göğsü tıkanır. Mânen böyle olduğu gibi, âyet bunun maddî tezahürüne de işaret etmektedir. Zira yükseğe çıktıkça oksijen azalır ve solunum güçlüğü çekilir. Her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşer. Basınç düştükçe nefes almak zorlaşır. Çok yüksekte uçan pilotların özel teneffüs cihazları kullanmaları şart olur. Aksi halde o pilotlar havasızlıktan ölürler.

126 – Bu İslâm yolu Rabbinin dosdoğru yoludur. Düşünüp idrâkini kullanan kimseler için âyetlerimizi iyice açıklamış bulunuyoruz.

127 – Rab’leri nezdindeki “darü’s-selâm” onlarındır. Yaptıkları güzel işler sebebiyle Allah, kendilerinin yardımcısıdır. [10,25]

Darü’s-selâm terkibi şu şekillerde tefsir edilmiştir: 1- Selam Allah’ın ismidir. Bu tabir “Allah’ın beldesi”, “Allah’ın barış ve esenlik yurdu” manasınadır. 2- “Kurtuluş, selamet diyarı” olan ebedi cennet. 3- Gerçek müminlerin dine uygun yaşayışlarıyla gerçekleştirdikleri temiz ve güvenli ülke.

128 – Gün gelecek, Allah onların hepsi­ni huzurunda toplayıp: “Ey cin topluluğu! İnsan­lardan çoğunu yoldan çıkardınız ha!” diyecek.

İnsanlardan onlara uymuş olanlar diyecekler ki: “Ey Ulu Rabbimiz! Doğrusu, birbirimizi harcadık, ta ki bize tayin ettiğin müddetin so­nuna ulaştık.”

O buyuracak ki: “Meskeniniz ateştir. Allah’ın diledikleri hariç, hepiniz içinde ebedî kalmak üzere oradasınız.” Gerçekten Rabbin hakîmdir, alîmdir (tam hüküm ve hikmet sahibidir ve O her şeyi hakkıyla bilir). [36,60-62]

Cinler, insanlara şehvet yollarını gösterdiler. Hile, tuzak, yalan, büyü, fesat ve haksızlık telkin ettiler. Böylece insanlar cinlerden faydalandılar. İnsanların onlara direnmeksizin kolaylık göstererek yardımcı olmalarından da cinler yararlandılar. Böylece birbirlerini yanlış işlerde harcadılar.

Allah, ilm-i ezelîsinde, imana gireceklerini bildiği ve nüzul vaktine göre ileride Müslüman olacak olanları istisna etmektedir.

Bir de şöyle diyenler vardır: “Burada istisna, vakit mânasınadır, yani “Allah’ın dilediği vakitler hariç” demektir. Cehennemlikler zaman zaman ateşten, zemherir soğuğuna nakledilirler.”

129 – İşte Biz, işledikleri günahlardan ötürü, zalimlerden kimini kimine musallat ederiz.

Kimini kimine idareci yahut dost yaparız, yahut “kimini kiminin peşine takarız” mânaları da verilmiştir.

130 – Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınızı bildirerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?

“Ey Yüce Rabbimiz! Kendi aleyhimize şahidiz.” diyecekler.

Dünya hayatı onları aldatmıştı. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına, yine kendileri şahitlik ettiler. [12,109; 4,163-165; 29,27; 25,20]

131 – İşte bu (şekilde resullerin gönderilmesi, onların uyarmaları), haberleri olmaksızın zulümleri sebebiyle, senin Rabbinin ülkeleri imha etmediği gerçeğinden ileri gelmektedir. [17,15; 16,36; 35,24]

132 – Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır.

Senin Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir. [16,88; 25,69]

133 – Rabbin müstağnidir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir), geniş merhamet sahibidir.

Yoksa dilerse sizi ortadan kaldırır, peşinizden yerinize dilediğini getirir, nasıl ki sizi de başkalarının soyundan getirmiştir. [2,143; 4,133; 47,38]

134 – Size vaad edilen şeyler mutlaka gelecektir, siz bunun önüne geçemezsiniz.

135 – De ki: “Ey halkım, var gücünüzle elinizden geleni yapın! Ben vazifemi yapıyorum.

Güzel âkıbetin kime ait olacağını yakında bileceksiniz. Şu muhakkak ki zalimler iflah olmazlar. [11,121-122; 58,21; 40,51,52; 21,105; 24,55]

Bu âyette geçen dâr’dan maksat cennet değil, dünyadır. Dolayısıyla mâna şöyle olur: “Allah’ın bu dünyayı yaratmasına sebep olan güzel âkıbetin hangimize ait olacağını sonra bileceksiniz.”

Zemahşerî’nin dediği gibi burada nazik bir uyarma vardır. Uyaranın haklı, uyarılanın ise batıl yolda olduğu insaf ve nezaketle anlatılmaktadır.

136 – Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah’a bir hisse ayırdılar da kendi batıl iddialarınca: “Şu, Allah’ın” dediler, “Şu da uluhiyette ortakları olan putlarımızın.”

Ortakları için ayırdıkları, Allah’ın hissesine konulmaz, ama Allah’a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar! [16,57; 43,15]

Müşrikler hem Allah için, hem de putları için hububat ekiyorlardı. Allah için ektikleri yetişip, put namına ektikleri gelişmezse, Allah adına ekilenin bir kısmını puta ait hisseye devreder ve derlerdi ki: “Allah ganîdir, putlar ise muhtaçtır.” Aksi olur, yani putlara ait ekin gelişir, Allah’a ayırdıkları ekin gelişmezse, oradan bu tarafa bir şey ilave etmez, “Nasılsa Allah ganîdir!” derlerdi. Keza davarları da bölüştürürlerdi. Allah’a ayırdıkları hisseden misafirlere yedirir, putların payını ise putlara ait işlerde harcarlardı.

137 – Yine bunun gibi, onların, Allah’a ibadette ortak saydıkları putlarının hizmetçileri, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi iyi bir iş gösterdiler ki hem onları mahvetsinler, hem de dinlerini bozup karıştırsınlar.

Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurdukları yalanlarla baş başa bırak! [16,58-59; 81,8-9]

Şerikler burada, putun kendisi değil, hizmetçileri, bekçileri veya şeytanlardır. Şerik denilmesi, mallarına ortak olmaları veya itaatlerinde onları Allah’a ortak kıldıkları içindir.

Fakirlik endişesi veya kızlar evlendiklerinde yahut esir olduklarında utanma sebebi olabilirler diye kız çocuklarını öldürme âdetinin çirkinliği bildiriliyor. Ayrıca Cahiliye araplarının “Şu kadar oğlum olursa birini kurban edeyim.” diye Allah’a yaklaşma zannı ile de böyle yaptıkları olurdu. Âyet çocuk öldürmenin zararının aileye münhasır kalmayıp aynı zamanda millet hakkında da “mahvetme” olduğunu bildirmektedir. Bu da oldukça düşündürücüdür.

138 – Aynı şekilde dediler ki: “Falan hayvanlarla ekinlere dokunmak yasaktır; onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. Falan hayvanların da sırtları haram kılınmıştır.”

Birtakım hayvanlar da vardır ki onları keserken Allah’ın adını anmazlar.

Bütün bunları, onlar Allah’a iftira ederek ortaya atmışlardır. Allah iftiraları sebebiyle onları cezalandıracaktır. [4,119; 5,103; 10,59]

139 – Bir de şöyle dediler: “Falan hayvanların karınlarında olan yavrular, canlı doğarsa sadece erkeklerimize helâl, kadınlarımıza ise haramdır. Eğer ölü doğarsa, hepsi ona ortak olurlar.”

Allah, onların bu kabil iddialarının cezasını verecektir. Çünkü O, hakîmdir, alîmdir (tam hüküm ve hikmet sahibidir ve O her şeyi hakkıyla bilir). [16,116-117]

140 – Bilgisizlik ve düşüncesizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızkı Allah’a iftira ederek haram sayanlar, elbette tam hüsrana uğradılar.

Saptılar bunlar, doğru yolu da bulamadılar!

141 – Asmalı - asmasız bağ ve bahçeleri, çıkarılarak, çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine şekil ve renk yönünden benzer, tat bakımından benzemez tarzda yaratıp yetiştiren hep O’dur.

Her biri mahsul verince ürününden yeyin, devşirildiği gün yoksulların hakkını da verin, israf etmeyin, çünkü O, müsrifleri sevmez.

Bu âyet, öşrün bütün mahsulleri kapsadığına dair İmam Ebû Hanife’nin delillerindendir.

Zekât âyetlerinin Medine’de indiğini düşünenler, buradaki hakkın, Mekke döneminde vacip kılınan bir sadaka olduğunu söyler ve 51,19 ve 70, 24 âyeti ile irtibat kurarlar. “Mamafih bu âyette hak, mutlak olduğundan, zekâta yani öşüre şamil olduğu söylenebilir.”

142 – Davarlardan da çeşit çeşit yarattı: kimi yük taşır, kiminin yününden ve kılından sergi yapılır.

Allah’ın size verdiği rızkından yiyin, fakat şeytanın adımlarını izlemeyin.

Çünkü o sizin besbelli bir düşmanınızdır.

143 – Sekiz çift hayvan yarattı: koyundan iki, keçiden iki. De ki: İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı?

Eğer iddianızda haklı iseniz bilgi ve belgeye dayanarak bana haber verin! [39,6]

Cahiliye Arapları bazen erkek, bazen dişi hayvanları, bazen bunların yavrularını haram sayarlardı. Kur’ân, âyette sayılan sekiz sınıfın ve yavrularının helâl olduğunu bildirip onların bu davranışlarını böylece yeriyor.

Burada vurgulanmak istenen nokta şudur: “Kimse kendi iddiasına göre herhangi bir şeyi haram veya helâl kılamaz. Bu yetki yalnız Allah’a aittir.”

Çift kelimesi yerine “eş” kullanabilirdik. Zira burada bir bakıma “dört çift” söz konusudur. Fakat her eşten biri, öbürü olmaksızın düşünülemeyeceğinden, yani çift kelimesinin çifte kullanımının geçerli oluşundan dolayı çift demeyi tercih ettik.

144 – Ve deveden iki, sığırdan iki. De ki: “İki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı?

Yoksa Allah size bu yasaklamayı yaptığında siz orada hazır ve şahit mi idiniz?

Bilgi ve belgesiz olarak insanları saptırmak için uydurduğu yalanı Allah’a mal edenden daha zalim kimse bulunabilir mi? Allah elbette o zalimler güruhunu muvaffak etmez, emellerine kavuşturmaz.

145 – De ki: Bana vahyolunanlar içinde, bu haram dediklerinizin, yemek isteyen kimseye haram kılındığını görmüyorum. Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut pis olduğunda hiç şüphe olmayan domuz eti, veya Allah yolundan çıkarak Allah’tan başkası adına kesilen hayvan olursa başka (bunlar haramdır).

Fakat kim çaresiz kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü Rabbin gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).

Âyetin zahiri, yenilmesi haram olan yiyecekleri leş, akan kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvan eti olarak dört sınıf olarak bildirmektedir. Halbuki haramlar, daha fazladır. Bu güçlüğü gidermek için değişik izahlar yapılmıştır. Bazı âlimlere göre haramlar dörde münhasır olduğundan zaten sorun yoktur. Selef-i Salihîn döneminden beri konu ihtilaflı olduğundan mesele içtihadîdir. Ayrıntılar için geniş tefsirlere bakılmalıdır.

146 – Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun içyağlarını da haram kıldık. Yalnız sırtlarında yahut bağırsaklarında bulunan veya kemiğe karışan yağları haram kılmadık.

Haddi aşmalarından ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphe yok ki Biz hep doğru söyleriz. [3,93; 4,160]

Yahudilerin ya Tevrat’tan önceki bazı uygulamalarından veya Tevrat’tan sonra bir kısım din adamlarının ve otoritelerin ilavelerinden ileri gelen (Mesela: deve eti, tavşan etinin haram sayılması gibi) iddialarına kısaca işaret ediliyor.

147 – Eğer onlar seni yalancı sayarsa de ki: “Rabbiniz engin merhamet sahibidir; fakat dilediği zaman O’nun satveti ve azabı, suçlu toplumdan geri çevrilemez.”

148 – Müşrikler diyecekler ki: “Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne de atalarımız şirk koşmaz, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.”

Onlardan öncekiler de peygamberlerini yalancı saymışlardı da nihayet Bizim azabımızı tatmışlardı.

De ki: “Sizin elinizde ortaya koyacağınız bir bilgi, bir belge varsa hemen çıkarıp gösterin! Ama gerçek şu ki: Siz sadece kuru bir zannın ardından gidiyorsunuz, düpedüz yalan atıyorsunuz.” [43,20; 16,35]

Sanıldığı gibi müşrikler böyle demekle yaptıkları çirkin işten pişmanlık duymuyorlar. Aslında onlar putlarına kendilerini Allah’a yaklaştırmaları için ibadet ediyorlar ve bunu yerinde bir iş sayıyorlardı. Şu halde onların bu sözden maksatları: Yaptıkları işin meşrûluğuna bir delil öne sürmektir. Allah’ın iradesinin, emriyle birlikte olduğunu ve iradenin rızayı da gerektirdiğini zannediyorlardı. Bir başka deyişle şöyle demek istiyorlardı: “Şirk koşmamız madem ki Allah’ın iradesi ile, yaratması iledir, öyleyse O’nun nezdinde meşrûdur.” Oysa irade edip yaratmak, rızayı gerektirmez.

149 – De ki: En kesin ve mükemmel delil, Allah’ındır. Evet, O dileseydi hepinizi doğru yola koyardı. [6,35; 10,99; 11,118-119]

150 – “Haydi” de, “Allah’ın bunu haram kıldığına dair tanıklık edecek şahitlerinizi getirin!” Eğer onlar yalan yere şahitlik ederlerse, sakın sen onlarla birlikte tanıklık etme.

Âyetlerimizi yalan sayanların ve âhireti tasdik etmeyenlerin keyiflerine uyma!

Nasıl uyarsın ki onlar başkalarını, kendilerinin Rabbi olan Allah’a eşit tutmaktadırlar.

151 – De ki: “Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben okuyup açıklayayım:

O’na hiçbir şeyi ortak yapmayın, anneye babaya iyi davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, çünkü sizin de onların da rızkını veren Biz’iz.

Kötülüklerin, fuhşiyatın açığına da gizlisine de yaklaşmayın.

Allah’ın muhterem kıldığı cana haksız yere kıymayın.

İşte aklınızı kullanırsınız diye Allah size bunları emrediyor. [4,48; 17,23; 31,14-15; 2,83; 17,31; 7,33; 6,120]

Fuhşiyat (fevahiş) çirkinliği meydanda olan her türlü kötü davranışı kapsar. Kur’ân; zina, eşcinsellik, edep yerlerini açma, üvey anne ile evlenme gibi davranışları, fuhşiyattan sayar. Hadislerde hırsızlık, sarhoş edici içki içme hakkında da bu tabir kullanılır. (Krş. Tevrat, Çıkış, 20, 3-17; Mt. İncîli, 5,17-33)

152 – Rüşdüne erinceye kadar, yetimin malına en güzel şeklin dışında bir sûrette yaklaşmayın!

Ölçüyü, tartıyı tam ve doğru yapın. Biz hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyiz.

Hakkında konuştuğunuz kimse, akrabanız bile olsa, yine doğruyu söyleyin!

Allah’a verdiğiniz ahdi tutun. İşte düşünüp tutasınız diye Allah size bunları emretti. [5,8; 7, 85; 11,85; 17,35; 83,1-6]

153 – Bir de şu: “İşte benim dosdoğru yolum. Ona tâbi olun. Yoksa başka yollara uymayın ki sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte kötülüklerden sakınasınız diye Allah, size bunları emretti.” [2,257; 6,159]

Müşrikler kendi zanlarına göre “şu haram, bu meşrû” diye iddialaşıyorlardı. Bu ortamda Kur’ân üslûb-i hakîm san’atını kullanarak, onları kısır tartışmalardan vazgeçirip asıl kendilerine hayat verecek güzel davranışlara yöneltmek için 151-152. âyetlerindeki on prensibi bildirmiştir. Bunlar diğer semâvi şeriatlerde de emredilip yürürlükten kaldırılmayan hükümlerdir.

Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ bir sırat-ı müstakim koydu. Bu yolun iki tarafında iki duvar vardır ki, duvarlarda birtakım açık kapılar bulunur. Kapılar üzerinde sarkıtılmış perdeler vardır. Yolun başında şöyle diyen bir dâvetçi bulunur: “Ey insanlar! Haydi, hepiniz gelin şu doğru yola girin, dağılmayın.” Bir de yolun üstünde çağıran bir dâvetçi vardır. İnsan, o duvarlardaki kapılardan birini açmak isterse hemen der ki: “Eyvah! Ne yapıyorsun, sakın orayı açma; zira açarsan içine girersin.” İşte doğru yol İslâm’dır. İki duvar ise Allah’ın sınırlarıdır: açık kapılar: Allah’ın haramlarıdır. Yolun başındaki münâdi: Allah’ın kitabıdır. Yolun üstündeki münâdi ise: her Müslümanın kalbindeki vaizullah (ilahî vaiz)dir.”

154 – Yine Biz, iyi hareket edenlere nimetimizi tamamlamak ve her şeyi iyice açıklamak, bir hidâyet ve rehber olmak üzere Mûsâ’ya kitabı verdik ki Rab’lerine kavuşacaklarına iman etsinler. [46,12; 9,91-92; 28,48; 71,45]

155 – İşte bu Kur’ân da, indirdiğimiz kutlu bir kitaptır. Artık ona tâbi olun, inkâr ve isyandan sakının ki rahmete nail olasınız.

156 – O kitabı indirmemiz, “Bizden önce kitap yalnız iki topluluğa indirildi, biz ise onların okuduklarından habersizdik.” dememeniz,

157 – Yahut: “Eğer bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk.” dememeniz içindir.

İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hidâyet ve rahmet geldi. Allah’ın âyetlerini yalan sayıp insanları ona yönelmekten alıkoyandan daha zalim kim olabilir?

Âyetlerimizden yüz çevirerek engelleyenleri bu engellemeleri sebebiyle yaman bir azapla cezalandıracağız.

158 – Onlar imana gelmek için ne bekliyorlar? Meleklerin inmesini mi? Rabbinin imha eden azabının veya Rabbinin kıyamet alâmetlerinden birinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin alâmetlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmeyen yahut imanıyla hayır kazanmayan hiçbir kimseye o günkü imanı asla fayda vermez. De ki: “Bekleyin, biz de beklemekteyiz!” [47,18; 40,84-85; 22,17]

“İmanıyla hayır kazanmak” imanını makbul ve güzel işlerle bütünleştirmek, yaşama ümidi varken böyle yapmaktır. Yoksa can boğaza geldiğinde iman makbul değildir.

Bir hadis meali: “Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Güneş battığı yerden doğduğu zaman, bütün insanlar toptan iman edecekler. Fakat işte o gün, daha önce iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye imanı asla fayda vermez.”

159 – Dinlerini parça parça edip fırka fırka olanlar yok mu, senin onlarla hiç bir alakan yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah, onların yaptıklarını ileride bir bir onlara bildirip cezalarını verecektir.

Müşriklerin durumu bildirildikten sonra 154. âyetten itibaren Yahudi ve Hıristiyanların dini gruplaşmalarına işaret ediliyor. Bu âyeti gayr-i müslimler hakkında düşünen âlimler yanında, Müslümanlar arasında çıkan bid’at fırkalarını kapsayacağını düşünenler de vardır. Âyet, dinin hükümlerinin bir kısmına inanmayan ve böyle bir parçalanmadan ileri gelen fırkalara da şamildir. Fakat dinin kesin hükümlerini inkâr etmeyen muteber içtihad, fıkhî mezhep, tasavvufî meşreb veya uygulamada ortaya çıkan dini hizmet gruplarını bu âyeti ileri sürerek mahkûm etmek, bu âyeti yanlış anlamak olur. Onun için müfessir İbn Kesir: “Zahir olan odur ki âyet; Allah’ın dininden ayrılan ve ona muhalif olanlar hakkındadır.” diye uyarmaktadır.

160 – Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir; kim de bir kötülükle gelirse, sadece kötülüğüne denk bir ceza görür ve hiç kimseye haksızlık edilmez.

161 – De ki: Rabbim beni doğru yola, İbrâhim’in dimdik ayakta duran, batıldan uzak, tamamen Hakka yönelmiş tevhid dinine iletti. O, asla müşriklerden olmamıştı. [2,130; 22,78; 16,120-123]

Allah Teâlânın tevhidin atası ve her zaman gerçek inancın temsilcisi Hz. İbrâhim (a.s.)’ın dinini zikretmesi düşündürücüdür. Kendisine Yahudi, Hıristiyan adlarını takanlar da, Arap müşrikleri de Hz. İbrâhim’e tam bir saygı ve bağlılık gösteriyorlardı. Bu âyet Hz. Muhammed’in, Hz. İbrâhim’in dâvetini yenilemekten başka bir şey yapmadığını, dolayısıyla ona mensup olmayı şeref saydığını göstermekte ve diğer din mensuplarını da Hz. İbrâhim’e sadık bir mensup olmaya dâvet etmektedir.

162-163 – De ki: “Benim namazım da, her türlü ibadetlerim de, hayatım da ölümüm de hep Rabbülalemin olan Allah’a aittir. Eşi ortağı yoktur O’nun. Bana verilen emir budur. O’na ilk teslim olan da benim. [21,25; 10,72; 2,130-132; 12, 101; 10,84]

164 – De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka bir rab mı ararım? Herkesin kazandığı, yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Sonunda hep dönüp Rabbinizin huzuruna varacaksınız. O da içinde bulunduğunuz ihtilafın içyüzünü, işin gerçeğini size bildirecektir. [1,5; 11,123; 17,15; 35,8; 67,29; 73,9]

165 – O’dur ki sizi dünyada halifeler yapmış ve verdiği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminize üstün kılmıştır.

Muhakkak ki Rabbin, cezalandırmayı dilediğinde işi çarçabuk bitirir ve muhakkak O gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı pek boldur). [43,60; 27,62; 2,30; 7,129; 43,32; 7,129]

Sûrenin Allah’a hamd ile başlayıp O’nun mağfiret, merhamet ve ihsanı ile sona erdirilmesi ne letafetlidir! Son âyette cezalandırmasına delâlet vardır, fakat bu devamlılık belirten bir sıfat olmayıp, cezalandırması halinde cezasının şiddetli olduğunu bildirir. Buna karşılık çok affeden, çok merhamet ve ihsan eden mânasına gelen gafûr ve rahîm olarak iki güzel ismini bildirmesi, kullar için büyük bir müjdedir.




Şərh yaz