8. 067 dəfə oxunub ,   0 şərh   Çap et

Medine’de nâzil olmuş olup 120 âyettir. Hicrî 6. yılda Hz. Peygamber (a.s.)’ın Mekkelilerle yaptığı Hudeybiye anlaşmasından sonra nâzil olmaya başlamıştır. İhtiva ettiği birçok konudan biri olan ve “yemek sofrası” mânasına gelen Mâide (112. ayet), sûreye isim olmuştur.

Bu sûre-i şerife, sözleşmelere uymayı emrederek başlar. Sonra haccın eda edilmesi, bazı yiyecekler, bazı içtimâî ilişkiler, dürüstlük gibi insanlığı yücelten faziletler, Yahudi ve Hıristiyanların ahitlerini ve dinlerini bozdukları, bununla beraber bazı mütevazı papazların Müslümanlara sempati duymasının yanı sıra Yahudilerin taassubunu, münâfıkların davranışlarını müteakip, tekrar hac ibadetinin edasıyla ilgili bazı hükümleri bildirir. Toplam olarak sûre, on sekiz farz ihtiva etmektedir. Ahitlerini yerine getireceklerin kıyamet günü alacakları ödül bildirilerek sûrenin başlangıcı ile sonu uyum içinde bitirilir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1 – Ey iman edenler! Bağlandığınız ahitleri yerine getiriniz. Haram kılındığı size bildirilenler dışında, davarların eti size helâl edilmiştir. Şu kadar var ki, ihram halinde iken de av avlamak helâl değildir. Allah dilediği şekilde hükmeder. [5,3; 2,27]

Davarlar: deve, sığır, koyun ve keçidir. Başka hayvanları öldürüp yiyerek beslenen etoburlar ile pençeli kuşların etleri haramdır.

İhram: Kâbe’ye belli bir mesafede hac veya umre ibadetine başlama ve bunun bir alameti olarak da iki parça dikişsiz örtüye bürünme halidir. İhram halinde, normal zamanda mübah olan bazı şeyler yapılmaz: tıraş olmak, cinsî ilişki, koku sürme, zararlı haşeratı öldürme, avlanma gibi.

2 – Ey iman edenler! Ne Allah’ın şeairine, ne şehr-i harama, ne Kâbe’ye hediye olarak gönderilen kurbanlık hayvanlara, hele hele gerdanlık takılı kurbanlıklara, ne de Rabbinin lütfunu, ihsan edeceği kazancı ve O’nun rızasını arzulayarak Beyt-i Haram’a yönelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin!

İhramdan çıkınca isterseniz avlanın. Sizin Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi engellediler diye birtakım kimselere karşı beslediğiniz kin ve öfke, sakın sizin onlara saldırmanıza yol açmasın!

Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinizi desteklemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir. [2,194. 217; 5,97; 9,13; 22,32]

Şeâir: Bir dini, bir milleti veya bir sistemi temsil eden nişane, amblem demektir. Devlet bayrakları, askerî üniformalar, paralar gibi. Bunlara yapılan hakaret cezalandırılır. Kâbe’yi ziyaret için giderken orada kurban edilmek üzere kişinin beraberinde götürdüğü kurbanlıklar da şeairdendir, zira Allah’a kulluğun nişanesidir. Batıl yolda da olsa, dinî şeâire saygısızlık gösterilmesi yasaklanıyor. Bu sûre indirildiğinde Müslümanlar müşriklerle savaş halinde idiler. Müşrikler, asırlık âdetlerine rağmen onların Kâbe ziyaretini engellemişlerdi. Onların lâyık oldukları sert karşılığı vermeme konusunda Müslümanlar uyarılıyorlar.

3 – Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz müstesna; boğulmuş, bir şey vurularak öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanmış, boynuzlanmış yahut canavar tarafından parçalanmış olup da ölen hayvanların etleri, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler.

Bütün bunlar itaat dışına çıkıştır. Artık bugün kâfirler dininizi söndürmekten ümitlerini kestiler. Öyleyse onlardan korkmayın, Benden çekinin.

İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.

Kim günaha meyletmeksizin açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, haram olan etlerden yiyebilir. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur). [6,145; 5,90; 2,173]

Hayvanın tezkiyesi, yani dine uygun boğazlanması nefes borusu, yemek borusu ile şahdamarları denilen iki kan damarının kesilmesidir. Böylece hayvan kanın akmasına imkân verecek şekilde boğazlanır.

Burada haram kılınan şeyler: İnanç açısından veya maneviyat ve ahlâk açısından, bir de temizlik açısından haram kılınmıştır. Sırf tıbbî yönden değerlendirmek isabetli olmaz. Böyle olsaydı mesela ilkin zehir ve diğer öldürücü şeyler yasaklanırdı. Oysa böyle bir yasak Kur’ân’da görülmez.

Müşrikler, cansız tanrılarının görüşlerini almak için şöyle bir uygulama yaparlardı: Kâbe’de Hübel putunun yanında yedi fal oku bulunurdu. Kişi, put bakıcısına kurban sunduktan ve bazı merasimlerden sonra oklardan birini çeker, üzerinde ne yazılı ise böylece güya tanrısal irâdeyi öğrenmiş olurdu.

4 – Kendilerine nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: “Bütün temiz ve lezzetli rızıklar size helâl kılınmıştır.

Allah’ın size öğrettiğinden öğrenip eğittiğiniz avcı hayvanların sizin için tutup getirdiklerini yiyiniz ve üzerlerine Allah’ın adını anınız. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah hesabı çabuk görür.” [6,119; 7,157]

Kur’ân’ın indirildiği çevrede haramlar çok olduğundan o alışkanlıkla Hz. Peygamber (a.s.)’dan âdeta bir helâller listesi istediler. Kur’ân aksini yaparak, sadece mahdut haramları sıralayıp gerisinin mübah olduğunu bildirmekle bir inkılâp yapmış oluyordu.

5 – Bugün size temiz ve lezzetli şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın kestikleri ve diğer yiyecekleri size helâldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.

Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önceki Ehl-i kitaptan hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikâhladığınızda size helâldir.

Kim imanı inkâr ederse bütün yaptığı işler boşa gider ve o, âhirette de ziyana uğrayanlardan olur. [2,236; 4,24-25]

Ehl-i kitabın kendi dinî kurallarına göre kestikleri temiz hayvanın eti helâldir. Ehl-i kitabın namuslu kadınları da müslüman erkekle evlenebilir. Âyetin sonu müslümanı uyarmaktadır.

6 – Ey iman edenler! Namaza kalkmak istediğinizde yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın.

Başlarınızı meshedip topuklarınızla birlikte ayaklarınızı da yıkayın!

Cünüp iseniz tastamam yıkanın (boy abdesti alın). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya tuvaletten gelmişseniz, yahut kadınlarla münasebette bulunmuş olup da su bulamazsanız temiz toprağa yönelin, (mânen arınma niyeti ile) onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin!

Allah size güçlük çıkarmak istemez, fakat şükredesiniz diye sizi temizleyip arındırmak ve size olan nimetlerini tamama erdirmek ister. [4,43]

Abdest ve guslü bildiren âyet budur. Cinsel temas veya ihtilam sonucu manen kirlenen kişi gusleder. Yıkanmadan namaz, tavaf, mescide girme, Kur’ân okuma gibi ibadetleri yapamaz.

Ruh temizliğine beden temizliği de eklendiğinde hidâyet ve nimet tamamlanmış olur. Toprak veya taş veya tuğla gibi toprak cinsinden bir madde ile yapılan manevî arınmaya teyemmüm denilir. Bunun üç farzı vardır: 1- Arınma niyeti 2- Toprağa değdirilen ellerle yüzü mesh etme, yani sıvazlama 3- Tekrar değdirip sağ ve sol kolu dirseklere kadar mesh etme.

7 – Allah’ın size lütfettiği nimeti ve sizin “duyduk ve itaat ettik, baş üstüne!” dediğiniz vakit, sizden aldığı sözünüzü hatırlayın! Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah kalplerde saklı bütün sırları bilir.

Burada alındığı bildirilen “söz”, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin, ashabından Akabe ve Hudeybiye’de almış olduğu biata işaret etmektedir.

Ayrıca Hz. Muhammed’in resûlullah olduğunu kabul ve ikrar eden her mümin, onun Allah tarafından getirdiği bütün hükümleri kabul ettiğine dair söz vermiş olmaktadır.

8 – Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet nümunesi şahitler olun!

Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.

Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur.

Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

9 – Allah iman edip yararlı işler yapanları affedip kendilerine büyük mükâfat vermeyi vaad etmiştir.

10 – Kâfir olup âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler.

11 – Ey iman edenler! Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size el uzatmaya, sizi öldürüp yok etmeye teşebbüs etmişti de O, bunların ellerini size zarar vermekten menetmişti.

Allah’ın hukukuna haksızlık etmekten sakının! Müminler yalnız Allah’a dayansınlar. [48,24]

Bi’r-i Meûne faciasından hemen sonra çok nazik bir ortamda ashabdan âmir ed-Damrî, kasdî olmaksızın, anlaşmalı Benî Âmir kabilesinden iki kişiyi öldürmüş, gergin bir durum ortaya çıkmıştı. Hz. Peygamber bizzat gidip Benî Nadîr Yahudilerinden diyet ödemede yardım istedi. Aslında onları göreve çağırdı. Zira sözleşme gereği, diyet konusunda yardımlaşma görevleri vardı. Bunlar içlerinden suikast planı hazırlamışlardı. Cibril haber verdi, iş anlaşıldı, Allah resûlünü korudu. Âyet, bu olaya işaret etmektedir.

12 – Allah İsrail oğullarından kesin söz aldı. Biz onlardan (on iki boydan her birinden bir kefil olmak üzere) on iki de kefil tayin etmiştik. Allah buyurdu ki:

“İyi bilin ki Ben sizinle beraberim.

Eğer siz namazı dikkatli bir şekilde tamı tamına eda eder, zekâtı verir,

resullerime iman eder, onlara sahip çıkar,

Allah rızası için gerekli yerlere harcayarak Allah’a güzel bir tarzda ödünç verirseniz,

Ben elbette sizin kusurlarınızı örter ve elbette sizi içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm.

Ama kim bundan sonra nankörlük edip inkâra saparsa, doğru yoldan sapmış, kendini zayi etmiş olur.”

Tevrat’ta İsrail boylarının reisleri denilerek bunların isimleri yazılır (Sy 1,5-15). Kur’ân’ı İngilizce’ye çeviren Rodwell, Kur’ân’ın bu on iki reisi uydurduğunu iddia ederek cehaletini gösterir.

13 – İşte o Yahudileri, verdikleri kesin sözü bozduklarındandır ki lânetledik, onların kalplerini katılaştırdık.

Böylece onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler.

Kendilerine tebliğ edilen hususlardan pek çoğunu unuttular.

Onların pek azı hariç olmak üzere, onlar tarafından devamlı olarak hainlik görürsün.

Yine de sen onları affet, aldırma! Çünkü Allah iyilik edenleri sever. [2,75; 3,7; 4,46]

14 – “Biz Nasrani’yiz, Hırıstiyanız” diyenlerden de kesin söz aldık. Fakat onlar da kendilerine tebliğ olunan derslerden bir çoğunu unuttular.

Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve nefret bıraktık. Allah onların meslek haline getirdikleri bu işleri bir bir yüzlerine çarpacaktır. [2,62]

Hıristiyanlar Hz. İsa (a.s.)’ın tebliğ ettiği dine mensup olduklarını kabul eden kimseler olup Kur’an’da “Nasarâ” ismiyle anılırlar. Tekili “Nasranî” olup Hz. İsa’nın doğum yeri olan Nâsıra’ya aidiyet ifade eder.

Bazı Avrupalılar Kur’ân’ın Hıristiyanları küçümsemek için Nasıra’ya nisbetle bu ismi kullandığını iddia ederler. Hz. Îsâ’nın havarilerine ilkin Antakyalılar M.S. 43-44 yıllarında Mesihîler adını vermişlerdir. Hz. İsa’nın sıfatı olan “Mesih”in Yunancası Christ’dir. Ona mensup olanlara da Chrétiens (Hıristiyanlar) denir. Yoksa kendisi, adına bir din kurup böyle bir isim kullanmamıştır. Ona tâbi olanlar Tevrat’a bağlı Yahudi cemaati ile, Kudüs’teki Mâbede gitmeye devam etmişlerdir (Resullerin İşleri, 3,1). Daha sonra Pavlos, Tevrat cemaatinden ayrılıp kurtuluş için sadece Mesih’e inanmak gereğini öne sürdü. Cemaat ismi uzun süre oturmadı (kardeşler, müminler, şakirtler denildi). Mesihîler adı, önce düşmanları tarafından kendilerine verilip, sonra mecburen kabullendikleri bir isim oldu. Kur’ân asıl isimlerini kullandığından, ona teşekkür yerine tenkid etmeleri çok tuhaftır.

Hıristiyanlar ilk üç asır işkence ve gizliliğe mahkûm oldukları dönemde çok sayıda İncîl ortaya çıktı. Roma İmparatoru Constantin M.S. 324’de Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul ettiğinde çeşitli bölünmeler çoktan başlamış ve din asliyetini kaybetmişti.

15 – Ey Ehl-i kitap! Kitaptan (Tevrat’tan) gizlediklerinizin çoğunu size beyan eden,

bir çoğunu da yüzünüze vurmayarak affeden Resulümüz size gelmiş bulunuyor. İşte size Allah tarafından bir nûr ve hakikatleri açıklayan bir kitap geldi.

Ehl-i Kitap: Hz. Muhammed aleyhis selamın vasıfları başta olmak üzere, bir kısım hükümleri gizliyorlardı. Hz. Peygamber bunların bazısını açıkladı. Gerekli olmayan bazılarını bildirmedi. Kur’an; İman esaslarını, peygamberlerin getirdiği evrensel ilkeleri, din ve dünyada insanların muhtaç oldukları hükümleri açıklayan “Kitab-ı Mübîn”dir

16 – Allah onunla, rızasını izleyenleri selâmet yollarına iletir,

Onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola iletir.

17 – “Allah, Meryem’in oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.

De ki: “Eğer Allah Meryem’in oğlu Mesih’i, annesini ve dünyada bulunanların hepsini imha etmek istese, O’na karşı kimin elinden bir şey gelir? Kim O’nu engelleyebilir?

Doğrusu göklerin, yerin ve ikisi arasında olan bütün varlıkların hakimiyeti Allah’a aittir. O dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir. [4,171; 9,30]

(Bu konuda 4,171 âyeti ile ilgili açıklamaya bkz.)

18 – Hem Yahudiler, hem de Hıristiyanlar “Biz Allah’ın evlatları ve sevgilileriyiz.” dediler.

De ki: “Öyleyse niçin Allah sizi günahlarınız sebebiyle cezalandırıyor?”

Hayır, bilakis siz O’nun yarattığı birer beşer topluluğusunuz. Allah dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır.

Göklerde, yerde ve ikisi arasında olan her şeyin hakimiyeti Allah’ındır.

Dönüş de O’na olacaktır.

19 – Ey Ehl-i kitap! Resullerin gelmesinin kesintiye uğradığı bir sırada,

ileride “bize ne müjdeleyen, ne de uyaran hiçbir Peygamber gelmedi” demeyesiniz diye

size, müjdeleyici ve uyarıcı Elçimiz, her şeyi beyan etmek üzere geldi. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.

Hz. Muhammed (a.s.)’dan önce altı asır boyunca Peygamber gelmemişti. En yakın olan Hz. Îsâ altı yüz yıl kadar önce yaşamıştı.

20 – Bir vakit de Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah’ın size lütfettiği nimetlerini bir düşünün; zira o içinizden peygamberler çıkarttı, sizi hür insanlar yaptı ve devrinizde hiç kimseye vermediğini size verdi.” [2,47-122; 45,16; 2,143; 3,110]

İsrailoğulları Hz. Mûsâ’dan önce de, mesela Hz. Yusuf döneminde ve ondan sonra Mısır’da büyük bir güce sahip olmuşlardı. Uzun süre medenî dünyanın en üstün gücü kalıp paraları Mısır’da olduğu gibi, çevresinde de geçerli olmuştu.

21 – “Ey kavmim! Haydi Allah’ın size vaad ettiği kutsal ülkeye girin, sakın geri dönüp kaçmayın. Yoksa hüsrana düşerek perişan olursunuz.”

“Kutsal ülke”, İbrâhim, İshak, Yâkub (a.s.)’ın vatanı olan Filistin’dir. Mısır’dan ayrıldıklarında Allah onları oraya yöneltmişti. Bu âyetler Hz. Mûsâ’ya tâbi olan o zamanki İsrailoğullarından bahsetmektedir. Dolayısıyla onların âlemlere üstün kılınmaları, o kutsal ülkeye girmeleri o döneme aittir ve Allah yolunda olma, O’na lâyık davranışlarda bulunma ile şartlıdır.

22 – “Mûsâ! Orada zorba ve güçlü bir millet var.

Onlar oradan çıkmadıkça biz asla giremeyiz. Eğer çıkarlarsa, ancak o zaman gireriz.” dediler.

23 – Allah’ın buyruğuna uymamaktan korkan ve Allah’ın kendilerine iman ve yakin nimeti ihsan ettiği iki yiğit çıkıp dediler ki:

“Üzerlerine hücum edin, kapıyı tutun. Kapıyı tutup da dışarıda savaş meydanına çıkmalarını önlediniz mi muhakkak siz galipsinizdir. İmanınızda samimî iseniz yalnız Allah’a dayanın.”

24 – Yine dediler ki: “Mûsâ! O zorbalar orada oldukları müddetçe biz asla giremeyiz. Haydi sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz işte burada oturuyoruz!”

25 – Mûsâ: “Ya Rabbî, dedi, ben kendi nefsimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu itaatsiz, bu yoldan çıkmış topluluk arasında Sen hükmünü ver!”

26 – Buyurdu ki: “O kutsal yer onlara kırk yıl boyunca haram kılındı. Oldukları yerde çileli bir hayat sürdüreceklerdir. Sen artık o yoldan çıkmış kimseler için kendini üzme!”

Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kavmine hitabı, Kızıldenizin kuzeyinde Faran çölünde bulundukları sırada yapılmıştır. Hz. Mûsâ’yı dinlemeyen, korkak ve isyancı millet terbiye edilsin ve yeni bir nesil yetişsin diye kırk yıl çölde çölde çile, ceza ve terbiye hayatına tâbi tutuldular. 38 yılda Faran’dan Ürdün’e varabildiler. Ürdün’ün fethinden sonra Hz. Mûsâ (a.s.) vefat etti. Onun halefi Yuşa zamanında İsrailoğulları Filistin’i işgal ettiler. Tevrat, Sy, 13-20. bölümlerinde çok ayrıntılı olarak bu olaylar anlatılır.

27-29 – Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku:

Onların her ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de birininki kabul edilmiş, öbürününki kabul edilmemişti.

Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine: “Seni öldüreceğim” dedi.

O da: “Allah, ancak müttakilerden kabul buyurur, dedi. Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.”

“Ben isterim ki sen, kendi günahınla beraber benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası işte budur!” [3,62; 18,13; 19,34]

Hz. Âdem (a.s.)’ın iki oğlunun kıssası, Hz. Muhammed (a.s.)’ın çağdaşı bazı Yahudilerin suikast girişimlerini kınama gayesini de gütmüş olabilir (Mesela 5,11). Benzerlik vecihlerinden en kuvvetlisi kıskançlıktır. Kabil Habil’i çekemediği gibi, (Tevrat, Tekvin, bölüm:4) o Yahudiler de Hz. Muhammed (a.s.) ile ashabını çekemiyorlar, dîni önderliğin onlara geçmesini hazmedemiyorlardı.

30 – Nefsi, onu kardeşini öldürmeye itti. O da onu öldürüp ziyan edenlerden oldu.

31 – Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermesi için yeri eşen bir karga gönderdi.

“Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar bile olup da kardeşimin cesedini örtemedim!” dedi ve pişmanlığa düşenlerden oldu.

Tevrat’ta Kabil’in cesedi gömme işinden bahsedilmez.

32 – İşte bundan dolayı İsrail oğullarına kitapta şunu bildirdik:

Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.

Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.

Şüphesiz ki resullerimiz onlara açık âyetler ve deliller getirmişlerdi.

Ne var ki onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâla yeryüzünde fesat ve cinayette aşırı gitmektedirler. [2,84-85]

Bu âyet insan hayatının kutsallığını vurgulayan en mükemmel bir beyandır. Hayatın korunması için, her bir kişi, başkasının hayatının kutsallığını kabul edip onu korumaya çalışmalıdır.

Bu hüküm mevcut Tevrat’ta yer almaz. Ama onun tefsiri olan Mişna’da (Sanhedrin, IV/5): “İsrail’den tek bir kişiyi öldüren, tüm ırkı öldürmüş gibi cezalandırılacaktır” tarzında yer alır (Diyanet, Kur’an Yolu).

33-34 – Allah ve Resulüne savaş açanların, (yol keserek terör eylemi yaparak) yeryüzünü ifsad etmek için koşuşanların cezası; öldürülmeleri veya asılmaları yahut sağ elleri ile sol ayaklarının kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz.

Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara başkaca müthiş bir ceza vardır.

Ancak kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler, bu hükmün dışındadır. Biliniz ki Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur). [7,124; 20,71; 26,49]

Bu âyet bir önceki âyetin uygulaması durumundadır. Hayatı korumanın yaptırım gücünü ortaya koymak kabilindedir. Burada harpten maksat, Müslüman toplum içinde, gerek kırsal kesimde, gerek şehirlerde yol kesme, terör estirme, can emniyetini ortadan kaldırma veya mal gasp etmedir.

Adam öldürene kısas olarak ölüm cezası uygulanır. Öldürmekle beraber mal alan kimse asılır. İdareciler duruma göre bu cezalardan birini uygulamada muhayyerdirler. Sağ elin kesilmesi, mal gasp etmeleri, sol ayağın kesilmesi ise yol kesme ve terör estirmekle halkın can güvenliğini ortadan kaldırdıkları içindir. Sürülme, Hanefî mezhebine göre hapis cezasıdır. Şafiî’ye göre sürme, başka bir yere sürgün olarak uygulanır.

35 – Ey iman edenler! Allah’ın hukukunu gözetin, onun hukukunu ihlal etmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda mücahede edin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.

36 – Kâfirler, kıyamet günü cezaları olan azaptan kurtulmaları için, dünyada olan her şeyi, bir misli fazlasıyla verseler dahi kendilerinden kabul edilmez. Onlara can yakıcı bir azap vardır. [10,54; 13,18; 39,47; 70,11-14]

37 – Onlar ateşten çıkmak isterler ama oradan çıkacak değiller. Onlara devamlı bir azap vardır.

38 – Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesiniz! Allah azîz ve hakimdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).

Sirkat: sözlükte hırsızlık demek olup terim olarak: “Akil ve baliğ bir kişinin belirli miktarın üstünde olan bir malı veya parayı, konulup korunduğu yani saklandığı yerden, hiçbir hak ve şüphe sözkonusu olmaksızın, gizlice alıp zimmetine geçirmesidir.” Çalındığında el kesme cezası uygulanmayan çok durum vardır: Meyve ve sebzelerin, otlakta otlayan hayvanların, henüz toplanmamış tahılların, eğlence aletlerinin, kamu mallarının vs… Bunlar cezasız bırakılmaz, fakat el kesilmez. O halde hırsızda: a-Aklî dengesi yerinde olup, erginlik çağında bulunması, b-İmam Ebû Hanîfe’ye göre çalınan malın 10 dirhem (32 gram) gümüş değerinden az olmaması. c-Malın saklandığı yerden çalınması gibi şartlar aranır. Ceza sağ elin bilekten kesilmesi şeklinde uygulanır.

39 – Kim yaptığı zulüm ve haksızlıktan sonra tövbe edip halini ve işini düzeltirse Allah tövbesini kabul eder; Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).

Hırsızlık büyük günahlardandır. Hırsız tövbe etmezse âhirette büyük azaba uğratılır. Ancak dünyada cezasını çekerse veya suçu tesbit edilmediği için ceza çekmez ve fakat çaldığı malı sahibine teslim edip tövbe ederse Allah onu affedeceğini bildiriyor.

40 – Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a aittir.

Dilediğini cezalandırır, dilediğini affeder; Çünkü Allah her şeye kadirdir.

41 – Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “iman ettik.” diyen münafıklarla, Yahudilerden kâfirlikte yarışanlar seni üzmesin!

Zira onlar yalana kulak verir, senin yanında olmayan bir grup hesabına casusluk için dinlerler.

Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler. “Size şu fetva verilirse onu kabul edin, o verilmezse onu kabul etmekten geri durun” derler.

Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun lehinde Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın.

Onlar öyle kimselerdir ki Allah onların kalplerini arındırmak istememiştir. Onların hakkı dünyada rüsvaylık olduğu gibi, âhirette de müthiş bir cezadır. [2,75; 4,46]

Yahudi bilginleri okur yazar olmayan dindaşlarına, Hz. Muhammed’in getirdiği hükümler kendilerine uyarsa kabul etmelerini, aksi halde reddetmelerini söylüyorlardı.

Fıtratını iyice değiştirmiş kişinin, arınmaya hiç niyeti yoksa Allah da arındırmaz. Azıcık isteği olanı Allah elbette ihmal etmez.

42 – Yalan dinlemeye çok meraklı, haram yemeye pek düşkündürler. Sana gelirlerse ister aralarında hükmet, istersen hükmetmekten geri dur!

Geri durursan onlar sana asla bir zarar veremezler. Şayet hükmedersen, aralarında adaletle hükmet! Çünkü Allah âdilleri sever.

Haram, yani rüşvet yiyenler, rüşvete göre hüküm veren Yahudi hakim ve fakîhleridir.

Hayber Yahudilerinden soylu bir kadınla erkek zina etmişlerdi. Tevrata göre (Tesniye, 22, 22-24) recim olan cezayı uygulamak istemediklerinden dâvayı Hz. Peygamber (a.s.)’a götürdüler. “Recim derse kabul etmeyin, başka ceza verirse kabul edin!” dediler. Hz. Peygamber recme hükmedince itiraz ettiler. Zinanın cezası “yüzüne kara çalıp merkeple dolaştırmaktır” diye, ısrar ettiler. İbn Suriya hariç, hepsi yeminle tekid ettiler. Peygamberimiz çok ağır yemin verdirerek son olarak Tevratın hükmünü sorunca bilginleri İbn Suriya recmi itiraf etti. İşte, âyet bu olaya işaret etmektedir.

43 – Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar?

Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar?

Aslında onlar mümin değildirler.

O Yahudilerin dinde samimi olmadıkları yüzlerine çarpılıyor. Çıkarlarına uymayınca, inandıkları kutsal kitaplarını rafa kaldırıp, keyiflerine uygun fetva verir umuduyla inanmadıkları bir kişinin fetvası peşine düşmüşler. Ne iğrenç samimiyetsizlik! Aslında onlar sadece kendi çıkarlarına tapan insanlar!

44 – İçinde hidâyet ve nûr olan Tevrat’ı Biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim eden nebîler, Yahudilerle ilgili meselelerde onunla hükmederlerdi.

Kendilerini Allah yoluna adamış mürşitler ve din alimleri de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle yine onunla hüküm verirlerdi.

Hepsi de kitabın hak olduğunun şahitleri idiler. O halde ey hakimler, insanlardan korkmayın, Benden korkun!

Âyetlerimi az bir menfaat karşılığında satmayın.

Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler.

Din bilginlerinin Tevratı, koruma görevleri vardı, fakat Kur’ân bu görevi eksiksiz yaptıklarını bildirmiyor.

Âyetin son cümlesi, kitabı önemsemeyerek, onu inkâr ederek onunla hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını bildiriyor.

45 – Hem Tevrat’ta onlara şu hükmü de farz kıldık:

Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır. Hülasa bütün yaralamalar birbirine kısas edilir.

Fakat kim bu kısas hakkından feragat edip bağışlarsa bu, kendi günahları için keffaret olur.

Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler. [2,178]

Kısas, şeriat sahibinin bir hakkı olarak değil, hayatın dokunulmazlığını temin etmek için meşrû kılınmıştır. Yani can almak için değil, cana dokundurmamak için hükmedilmiştir. Onun içindir ki hak sahibi kişi kısastan vazgeçerse, kısas yapılmaz. Zira kısas, sırf insanlar için vaz’ edilmiştir.

46 – O peygamberlerin izlerince Meryem oğlu Îsâ’yı, kendisinden önceki Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderdik.

Ona; kendisinden önceki Tevrat’ın tasdikçisi ve müttakilere bir hidâyet ve öğüt olmak üzere içinde hidâyet ve aydınlık bulunan İncîl’i verdik. [3,50]

İncîl bazı hususlarda Tevrat’taki hükümlerden ayrılır. Şu halde tasdikten maksat, genel esaslarda uygunluktur.

47 – Ve dedik ki: Ehl-i İncîl de, Allah’ın o kitapta indirdiği ile hükmetsin! Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam fâsıktırlar. [7,157; 5,68]

Burada İncîl’e ilk muhatap olanlara verilen emir naklediliyor. Kendilerinin uymaları istenen şeylerden biri de Hz. Muhammed’i müjdeleyen hususlardır.

48 – Sana da, daha önceki kitapları, hem tasdik edici, hem de onları denetleyici olmak üzere bu kitabı, gerçeğin ta kendisi olarak indirdik.

O halde bütün Ehl-i kitabın aralarında, Allah’ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu hakikati terkedip de onların keyiflerine uyma!

Her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği farklı şeriatlar dairesinde sizi imtihan etmek istediği için ayrı ayrı ümmetler yaptı.

Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın!

Zaten hepinizin dönüşü Allah’a olacak, O da hakkında ihtilâf ettiğiniz şeyleri size tek tek bildirecektir. (haklıyı haksızı iyice belli edecektir). [2,41; 11,118; 17,107-108; 21,25; 16,36; 6,116; 12,103]

Müheymin: Öbür kitaplar üzerinde denetleyici, hakem, koruyan, şahit demektir. Kur’ân, önceki kitaplar bakımından, tasdikine başvurulacak bir merci olacaktır.

Kur’ân’dan önce her millete ayrı hidâyet, ayrı şeriat verilmişti. Kur’ân ile bütün hidâyet yolları birleşti; her devrin, her milletin ihtiyacı giderildi.

49 – Ve şu emri indirdik: Aralarında, Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Onların keyiflerine uyma ve Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın!

Şayet yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günahlarından dolayı musîbete uğratmak istiyordur. Zaten insanların birçoğu Allah’ın emrinden dışarı çıkmaktadırlar.

50 – Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar?

Fakat kesin olarak iman eden insanlar için, Allah’tan daha güzel, daha doğru bir hâkim bulunabilir mi?

51 – Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez. [5,57; 2,257; 3,28,118]

Velî: Yerine göre hâmî, koruyucu, yönetici, işleri deruhte eden ve dost anlamlarına gelir.

52 – Kalbinde nifak hastalığı olanların, içlerinden: “Ne olur ne olmaz, başımıza bir felâket gelebilir, şimdiki durumumuz değişebilir, onun için biz tedbirimizi alalım.” diyerek, kâfirlerle dost olmak için onların yanına girip çıktıklarını görürsün.

Umulur ki Allah yakında bir zafer ihsan eder

veya Kendi tarafından peygamberi vasıtasıyla münafıkların maskelerini düşürme gibi bir başka durum ortaya çıkar da,

Onlar içlerinde gizledikleri bu nifaktan dolayı pişman olurlar.

53 – Onların içyüzlerini ancak o zaman keşfeden müminler de birbirlerine:

“Hayret doğrusu! Onlar değil miydi, siz müminlerle beraber olduklarına dair var güçleriyle yemin edip duranlar?” Ama sonunda ne oldu? Gösteriş için yaptıkları bütün işleri boşa gitti, dünyada da, âhirette de ziyan edenlerden oldular.

54 – Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki,

Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.

Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.

Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar.

İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla bilir). [47,38; 4,133; 14,19-20; 48, 29; 58,21-22]

İslâm tarihinin başlangıcında üçü Hz. Peygamber (a.s.)’ın vefatından önce olmak üzere on bir toplu irtidad yani dinden dönme vak’ası olmuştur. Geriye kalanı Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde yer almıştır.

Allah’ın dinine sahip çıkacak topluluk kavramı da çok geniştir. Çeşitli zaman ve mekânlarda İslâm tarihi boyunca, bu evsafta topluluklar Allah’ın lütfu ile eksik olmamıştır.

55 – Sizin dostunuz ancak Allah’tır, O’nun Resulüdür ve Allah’a tam boyun eğerek namazlarını hakkıyla ifa eden, zekâtlarını veren müminlerdir.

56 – Kim Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse bilsin ki, bunların teşkil ettiği Allah tarafı, mutlaka galip gelecektir.

57 – Ey iman edenler! Ne dininizi alay ve eğlence konusu yapan sizden önce kendilerine kitap verilenleri, ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin.

Mümin iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının!

Veli’nin anlamı için bkz. [3,28; 5,51]

58 – Siz ezan okuyarak namaza dâvet edince, bunu alay ve eğlence konusu yaparlar.

Onların böyle yapmalarının sebebi, akıllarını kullanmayıp bu güzelliği anlamamalarıdır.

Bu âyet, ezanın dayanağıdır. Ayrıca ezanla alay edip hafife almanın küfür olduğuna delalet eder.

59 – De ki: “Ey Ehl-i kitap! Sizin bizden hoşlanmayışınızın tek sebebi galiba şudur: Biz Allah’a iman ettiğimiz gibi, hem kendimize indirilen kitaba, hem de daha önce indirilen ilâhî kitaplara iman etmekteyiz. Sizin ise ekseriniz yoldan çıkmış fâsıksınız.”

60 – De ki: “Allah katında bir ceza olarak bundan daha beterini bildireyim mi?

O kimseler ki Allah onlara lânet etmiş, gazabına uğratmış, içlerinden bir kısmını maymun, domuz ve tâgut’a tapan kimseler yapmıştır. Yerleri en fena olanlar, doğru yoldan büsbütün sapanlar, işte onlardır.” [2,65; 85,8; 9,74]

İnsanların hayvan haline getirilmesine mesh denir. Bu da surî ve manevî olarak iki türlü olabilir. Manevî olunca ahlâkî düşüklüğe sebep olan bir dönüştürme olur. Surî ve manevî olursa ahlâkî düşüklüğün yanında hayatî düşüklük de gerçekleşir. Bu durumda nesilleri devam etmez. Allah dilediğini yapar.

61 – Sizin yanınıza geldikleri zaman: “Biz müminiz” derler. Halbuki gerçekte onlar kâfir olarak girmişler, yine kâfir olarak çıkmışlardır. Onların içlerinde gizledikleri nifakı Allah pek iyi bilir.

62 – Onlardan birçoğunun günaha, başkasının hakkına tecavüz etmeye, haram yemeye yarışırcasına koştuklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötü!

63 – Bari, onların mürşitleri ve fakihleri onların günah olan şeyler söylemelerini ve haram yemelerini önleselerdi ya! Ama heyhât! Bunların yaptıkları da, ayrıca bir çirkin!

64 – Yahudiler: “Allah’ın eli bağlıdır.” dediler. Hay kendi elleri bağlanasılar!

Hay dediklerinden dolayı mel’ûn olası adamlar! Hayır, hiç de öyle değil! Allah’ın iki eli de açıktır. Dilediği şekilde infak eder.

Rabbinden sana indirilen âyetler, mutlaka onlardan birçoğunun azgınlığını ve kâfirliğini artıracaktır. Bununla beraber, Biz onların aralarına, kıyamete kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret bıraktık.

Her ne zaman onlar savaş çıkarmak için bir yangın tutuşturdularsa Allah onu söndürdü. Sırf fesat çıkarmak için dünyanın her tarafında koşup dururlar. Allah müfsitleri sevmez. [4,53-54; 2,61; 3,112; 14,34; 41,44; 17,82]

Hicretten Sonra Medine’deki Yahudiler iktisâdi sıkıntı ile imtihan edildiklerinde onlardan bir kısmı tarafından, Allah’ın ihsan ve merhametini itham eden böyle bir söz söylenmişti. Hepsi dememiş ise de, diyenlere itiraz etmemek sûretiyle razı olmuş sayıldıklarından, bu söz hepsine izafe edilmiştir.

65 – Eğer Ehl-i kitap iman etse ve fesatçılıktan ve diğer fenalıklardan sakınsalardı, elbette Biz onların kötülüklerini örter ve onları naîm cennetlerine yerleştirirdik.

66 – Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rab’leri tarafından kendilerine indirilen Kur’ân’ın hükümlerini hakkıyla yerine getirselerdi, muhakkak ki yukarıdan yağmur gibi yağan ve yerden biten nimetler içinde kalır, onlardan yerlerdi.

Onlardan mûtedil bir zümre de vardır, ama onların çoğu pek çirkin işler yapmaktadırlar. [3,113; 7,96; 30,41; 7,159; 57,27; 35,32-33]

Yukarıdan gelen nimetler ilâhî vahiy, manevî ve ruhanî gıdalar; yerden bitenler ise maddî nimetlerdir.

67 – Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et!

Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.

Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri emellerine kavuşturmaz. [13,40; 2,272]

Bu âyet, Kur’ân’ın mûcizelerindendir. Risâlet görevini yerine getirme süreci içinde Efendimiz (a.s.m.)’ın düşmanları gittikçe artmıştı. Mekke müşriklerine, hicretten sonra Medine’deki kalabalık Yahudi kabileleri, Hıristiyanlar ve başka kabîleler de eklenmişti. Hele münâfıklar ve onların Yahudilerle işbirliği yaparak kışkırttıkları Medine dışındaki kabileler de hayli fazla idi. Bunca düşmanlıkların ve fiilen defalarca suikast girişimlerinin ona zarar verememesinin, bu âyette müjdelenen ilâhî koruma ile olduğunda hiç şüpheye yer yoktur.

68 – De ki: “Ey Ehl-i Kitap! Siz Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilen Kur’ân’ı tatbik etmedikçe, hiçbir temele dayanmış sayılmazsınız, hiçbir dayanağınız yoktur.”

Rabbinden sana indirilen âyetler, mutlaka onlardan birçoğunun azgınlık ve inkârcılığını fazlalaştıracaktır.

O halde o kâfirlerden ötürü gam yeme!

Bir kere, Yahudiler ve Hıristiyanlar kutsal kitaplarını koruma imkânı bulamamışlar, metinleri tahrife mâruz kalmıştı. Kaldı ki ellerinde kalan şekliyle dahi onları tam tamına uygulamıyorlardı.

69 – İman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar…

Bunlar içinden her kim Allah’a ve âhiret gününe iman edip yararlı işler yaparsa, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler. [2,62’deki açıklamaya bkz.]

70 – Biz İsrailoğullarından bu iman esası üzere kesin sözlerini almış ve onlara resuller göndermiştik.

Ne zaman bir elçi, kendilerine canlarının istemediği bir şey getirdiyse, onlar bazı resullere “yalancı” diyor, bazılarını ise öldürüyorlardı. [2,61]

71 – Başlarına bir bela gelmeyeceğini sandıkları için, kör ve sağır kesildiler.

Sonra tövbe ettiklerinde Allah da tövbelerini kabul buyurdu.

Sonra içlerinden birçoğu yine kör ve sağır kesildiler. Allah yaptıklarını hakkıyla görüyor.

Eğer bunların âhirete, ve oradaki sorumluluğa imanları olsaydı böyle zannetmeyeceklerdi. Halbuki böyle sandıkları için kör ve sağır kesildiler. Hak delilleri görmez, hak sözü işitmez oldular.

72 – “Allah, Meryem’in oğlu Îsâ’dır.” diyenler hiç şüphesiz kâfir olmuşlardır. Halbuki Îsâ vaktiyle şöyle demişti:

“Ey İsrail oğulları! Benim de, sizin de Rabbiniz olan tek Allah’a ibadet ediniz. Kim Allah’a ortak koşarsa, şu kesindir ki, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer ateştir. Zalimlere yardımcı olan da çıkmaz.” [5,17; 9,31; 19,30-36; 4,48; 7,50; 43,59]

73 – “Allah üç asıldan biridir” diyenler de kâfir olurlar. Halbuki bir tek İlahtan başka ilah yoktur.

Eğer bu batıl iddialarından vazgeçmezlerse içlerinden kâfir kalanlara mutlaka can yakıcı bir azap dokunacaktır. [4,171]

Arapçada sâlisü selâse veya rabi’u erba’a deyiminde üçüncü veya dördüncülük değil, “onlardan biri” mânası vardır. Bu ayet teslis inancından behsediyor. Hıristiyan akidesi bunu, “üç uknumdan oluşan tek Tanrı” olarak bildirir. Uknum: Asıl, şahıs, öge, mahiyet anlamlarına yakın olan Süryanice bir kelimedir. Hıristiyanlar, “gizemli üçlemeye sahip birlik” i akıl yoluyla ispatlamaya girişmezler.

74 – Hâlâ Allah’a dönüp O’ndan af dilemeyecekler mi? Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).

75 – Meryem oğlu Îsâ Mesih sadece bir Resuldür. Nitekim ondan önce de bir çok elçi gelip geçmiştir.

Onun annesi de çok dürüst, son derece iffetli bir hanımdı. Her ikisi de diğer insanlar gibi yemek yerlerdi.

Dikkat et: Biz onlara delilleri nasıl açıklıyoruz. Sonra bak nasıl oluyor da akılları çelinip bu hakikatlerden vazgeçiriliyorlar! [12,109]

Acıkıp yemek yeme ve vücudun ihtiyacından fazlasını dışarı çıkarma ihtiyacı, onların da mahiyet itibariyle insan olduklarını, dolayısıyla tanrı olmadıklarını ispatlar.

76 – De ki: Siz Allah’tan başka, size ne zarar, ne de fayda vermeye gücü yetmeyen âciz mahluklara mı ibadet ediyorsunuz? Halbuki hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır. [13,16; 20,89; 25,3]

77 – De ki: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde yere haddi aşmayın!

Daha önce gelip geçenlerden hem kendisi sapmış, hem bir çok insanları da saptırmış olan atalarınızın

ve şimdiki durumda da doğru yoldan sapan birtakım kimselerin heva ve hevesine uymayın. [9,30]

Dini öğrenmeye, incelemeye ve hükümlerini dikkatli bir şekilde tatbik etmeye yönelmek aşırılık değil, içtihad, mücahede, ciddiyet ve takvâdır.

“Haksız yere” kaydı: “Dinde hedefiniz daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrite sapıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Ey Hıristiyanlar! siz Mesihi tanrılaştırmayınız. Ey Yahudiler! Siz onun nebîliğini inkâr etmeyiniz. Bu batıl inançlarınızı devam ettirmeniz hakikatin sınırını aşmak, dolayısıyla Allah’ın hakkına tecavüz etmektir.” Bu âyet, Hıristiyanlığın şirk inançlarının etkisi altında kaldığına da işaret etmektedir. (Bkz. 9,30).

78 – İsrailoğullarından küfre sapanlar hem Davud’un, hem de Meryem oğlu Îsâ’nın lisanı ile lânetlendiler. Bunun sebebi onların isyan etmeleri ve taşkınlık edip haddi aşmaları idi.

Hz. Mûsâ (a.s.)’dan sonra, İsrail tarihinde pek önemli iki şahsiyet olan Davud ile İsa (a.s.) Yahudileri yola getirmeye çalışmışlar, fakat sözlerini dinlemeyen Yahudiler, Babil ve Roma imparatorluklarının işgallerine mâruz kalmışlardır. Her iki Zat da Hz. Muhammed (a.s.)’ı müjdelemişlerdir.

79 – Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı.

Ne çirkin davranıştı bu tutumları!

80 – Onlardan çoğunun kâfirleri velî edindiklerini görürsün. Bu iş -ki onu bizzat kendileri yapmış ve üzerlerine Allah’ın hışmını çekmişlerdir- ne kötü bir davranıştır! Onlar cehennem azabında devamlı kalacaklardır.

81 – Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen vahye imanları olsaydı, kâfirleri velî edinmezlerdi. Fakat onların çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir.

82 – Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün.

Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise “Biz Nasâra’yız (Hıristiyan’ız)” diyenler olduğunu görürsün.

Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir. [3,199; 9,31; 24,37; 28,52-55; 57,27]

83-84 – Peygambere indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit, onda âşina oldukları gerçeği bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görür ve şöyle dediklerini işitirsin:

“İman ettik Rabbena! Bizi de hakka şahitlik edenlerle beraber yaz! Bütün isteğimiz ve umudumuz, Rabbimizin bizi hayırlı insanlar arasına dahil etmesi iken, ne diye Allah’a ve bize gelen bu hakikate iman etmeyelim ki?”

Böyle Hıristiyanların başında Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın çağdaşı Habeş Necaşîsi olup hicret eden Müslümanları ülkesinde barındırmış, kendisine nota veren Kureyş’in baskılarına kulak asmamış ve Hz. Peygamber (a.s.)’a iman etmişti.

85 – Böyle demelerine mukabil, Allah onları, içinden ırmaklar akan ve ebedî kalacakları cennetlerle ödüllendirdi.

İşte iyi hareket edenlerin mükâfatı böyle olur!

86 – Küfre sapıp âyetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar da alevli cehennemi boylayacaklardır.

87 – Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı o güzel ve temiz nimetleri kendinize haram kılmayın, haddi de aşmayın! Çünkü Allah haddini aşanları asla sevmez. [7,31-32; 25,67]

88 – Allah’ın size rızık olmak üzere yarattığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin.

Kendisine iman ettiğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının!

89 – Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz,

ama bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sorumlu tutar.

Böyle bir yemini bozarsanız onun keffâreti, çoluk çocuğunuza yedirdiğiniz orta halli yemek çeşidinden on fakir doyurmak, yahut on fakiri giydirmek veya bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır.

Bunlara gücü yetmeyen kimse, üç gün oruç tutsun.

İşte yemin ettiğinizde, yemin bozmanın keffareti budur.

Yeminlerinize sahip çıkın!

Allah işte size âyetlerini böyle açıklıyor, ta ki şükredesiniz.

90 – Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felâh bulasınız. [2,219]

Sarhoş edici içkileri Allah Teâlâ birkaç safhada, tedricî olarak yasakladı. Önce Mekkî bir âyette “güzel bir rızık” olmadığına işaret etti (16,67). Sonra kötülük ve günah tarafının, faydasına galip olduğunu (2,215) bildirdi. Derken sarhoş iken namaz kılmayı yasakladı (4,43). Nihayet bu âyetle kesin hüküm halinde haram kıldı.

91 – Şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık bu habis şeylerden vazgeçtiniz değil mi?

92 – Allah’a itaat edin, Resulullaha da itaat edin ve onlara karşı gelmekten sakının! Eğer ona sırtınızı dönerseniz bilin ki peygamberimizin görevi sadece tebliğden ibarettir.

93 – İman edip iyi ve yararlı işler yapanlara, bundan böyle Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve imanlarında sebat ile yararlı işlerine devam ettikleri,

sonra takvâları ve imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği,

daha sonra da bu takvâ ile beraber, başkalarına da iyilik ettikleri takdirde,

daha önce yiyip içtiklerinden dolayı kendilerine bir vebal yoktur. Allah da böyle güzel davrananları sever. [7,31]

Âyette takvâ ve iman şartının üç kere tekrarlanması, çeşitli tefsirlere vesile olmuştur. Mesela: ilk cümlede: “Şirkten sakınıp Allah’a iman ettikleri takdirde”, ikinci cümlede “Haramlıktan sonra şarap ve kumardan sakındıkları ve onların haramlığına iman ettikleri takdirde”, üçüncüsünde “Diğer bütün haramlardan sakınıp haramlığına iman ettikleri takdirde” şekillerinde yorumlanmıştır (Nesefî). Veya birincisi şirkten, ikincisi haramlardan, üçüncüsü şüpheli şeylerden korunma diye yorumlanmıştır (Nesefî). Yahut üç mertebe yani: başlangıç, orta ve son duruma itibar edilmiş olabilir. Yahut ittika edilen (sakınılan) şeylere itibar edilebilir: Şöyle ki: Cehennemden korunmak için haramlardan; haramdan korunmak için şüpheli şeylerden; nefsi düşüklükten korumak için bazı mübahlardan korunmak gerektiğine işarettir. Vallahu a’lem. (Ebu’s-suûd).

94 – Ey iman edenler! Allah, kendisini görmeksizin, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları meydana çıkarmak için sizi av nevinden bir şeyle deneyecek. Bir av bolluğu ki elleriniz de yetişebilecek, mızraklarınız da… Kim bundan sonra konulan hududu aşarsa işte ona gayet acı bir azap vardır. [67,12]

95 – Ey iman edenler! Siz ihramlı iken av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse kendisine bir ceza vardır. O ceza da, öldürdüğüne benzer bir hayvan olup, öldürülenin emsali olduğuna içinizden iki âdil kişinin karar vermesi gerekir.

Ceza, Kâbe’ye ulaşıp orada kesilecek bir kurbanlıktır. Yahut fakirleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmak şeklinde bir keffarettir, ta ki işlediğinin vebalini tatsın.

Allah daha önce işlenen bu tür fiilleri affetti. Fakat kim dönüp tekrar böyle yaparsa Allah ondan, onun intikamını alır; zira Allah azîzdir (mutlak galiptir) ve intikamı vardır. [2,196; 3,4; 14,47]

Hac esnasında avlanma yasağının önemli hikmetlerinden biri, Harem-i Şerif’in, yani oranın ziyaretçileri hacıların güvenliğini sağlamaktır. Avlananların olması, izdiham ve kazalara yol açabilir. Allah’ın intikamı: Adaletinin gereği olarak, müstahak olanı cezalandırmasıdır.

96 – Ey ihramlılar! Deniz avı ve deniz yiyeceği size helâl kılındı ki size ve yolculara bir rızık vesilesi olsun. Kara avı ise, ihramlı olduğunuz müddetçe size haram kılındı. Öyleyse huzurunda varıp toplanacağınız Allah’a karşı gelmekten sakının!

97 – Allah Kâbe’yi, o hürmete layık mâbedi, insanların din ve dünya hayatları için bir destek vesilesi kılmıştır; o haram ay’ı da, Kâbe’ye gönderilen gerdanlıksız veya gerdanlıklı kurbanlıkları da…

Bütün bunlar, Allah’ın göklerde olanı da, yerde olanı da bildiğini ve gerçekten Allah’ın her şeyi bildiğini sizin de bilip anlamanız içindir.

Hac uluslararası düzeyde, dünya çapında, yılda bir tekrarlanan bir vakıa olduğu gibi, umre de daha küçük çapta devam eden bir vakıadır. Hac ziyaretinin kültürel, sosyal, ekonomik, turistik fayda ve neticeleri gözle görülmektedir. Fakat daha fazla faydası, ziyaretçilerin manevî hayatlarına yön verip, onları mânen beslemesidir. Allah’ın yeryüzünde inşasını emrettiği ilk Mabedi ziyaret etmekle, insanlığın babası Hz. Âdem (a.s.)’dan günümüze kadar gelen bütün insanlarla buluşması, başka kapılarda sürünüp perişan olanların, sıcak aile yuvalarına dönüşü, geçici dünya imtiyazlarının (ırk, asalet, servet, makam, güzellik, gençlik gibi imtiyazların) gerçekten geçici olduğunun ispatlanması, mahşer manzarasından bir enstantanenin dünyada yaşanarak insanların ona göre kendilerine çekidüzen vermeleri gibi nice muazzam gerçekleri yaşar ki bunları düşününce “Kâbe’nin nasıl bir yön ve nizam unsuru” ve yön belirleyen bir pusula olduğunu anlar.

Haram ay (Şehr-i haram) hac ibadetinin yer aldığı Zilhicce veya hac mevsiminin yer aldığı Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır.

98 – Bilin ki Allah’ın cezası şiddetlidir; ama aynı zamanda O, gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).

99 – Peygambere düşen sorumluluk, sadece tebliğ etmektir. Allah sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi bilir.

Bu, “Peygamberin yapacağı başka iş yoktur,” mânasına gelmez. Vahyin tebliği bakımından, sorumluluk yönünden Hz. Peygamberin durumunu bildirmekte, insanlara zorla kabul ettirmenin söz konusu olmadığını belirtmektedir. Yani “Peygamber size, tebliğ görevini fazlasıyla yerine getirdi. Sizin ona itaat etmemede artık hiçbir mezaretiniz olamaz” demektir.

100 – De ki: “Murdarın çokluğu tuhafına gitse, hatta murdarın çoğu hoşuna da gitse, murdar ile temiz bir olmaz.

Öyleyse ey akl-ı selîm sahipleri! Siz az çok demeyip daima temize, helâle yönelin. Haram yemekten, Allah’a karşı gelmekten sakının ki felâh bulasınız.”

Murdar: “Manen temiz olmayan, haram, pis, kötü şey” demektir.

101 – Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.

Eğer Kur’ân’ın indirilmesi esnasında onları sorarsanız, size açıklanır.

Halbuki Allah onları bağışlamış, sizi onlardan muaf tutmuştur.

Çünkü Allah gafurdur, halimdir (affı ve müsa­mahası geniştir).

Hz. Peygamber (a.s.m) haccın farz kılındığını tebliğ ettiği sırada ashabından biri: “Her sene mi?” diye sorup tekrarlamıştı. İşi zorlaştıracak soruların yersizliği bildirilerek müminler eğitiliyor.

102 – Sizden önce bir topluluk o kabîl şeyleri sormuş, sonra da onlar sebebiyle kâfir olmuşlardı. [6,109-111]

103 – Allah ne bahîre, ne sâibe, ne vasîle, ne de hâm diye bir şey bildirmemiştir.

Fakat, o kâfirler bu inançlarını Allah’a mal ederek O’na iftira etmişlerdir. Onların ekserisinin akılları ermez.

Cahiliye arapları putlarına adadıkları hayvanları gruplara ayırmışlardı. Beş kere doğurup beşincide dişi doğuran deveye bahîra der, kulağını yarıp sütünü sağmaz, putlara bırakırlardı. Bazı hayvanları putlar uğrunda serbest bırakır, sütü yalnız misafirlere ayrılırdı ki bu deveye sâibe derlerdi. Biri erkek diğeri dişi olarak ikiz doğuran koyun veya deveye vasîle der, erkeği putlara kurban ederlerdi. On nesli dölleyen erkek deveye hâm deyip onu da putlar için serbest bırakırlardı.

104 – Kendilerine: “Allah’ın indirdiğine ve Resule (onların hakemliğine) gelin denildiğinde “Atalarımızı ne halde bulmuşsak o bize yeter!” derler. “Ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı onlara tabi olacaklar?”

Müşriklerin hurafelerinden biri de, deve ve koyun gibi hayvanları, âyette sayılan adlar altında putlara adama, insanların yararlanmasını önleme ve putlara kurban etme idi.

105 – Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.

Bu âyet, emr-i mâruf nehy-i münker isteyen âyetlerin hükmünü değiştirmiyor. Ashab zamanında bile böyle anlayanlar olunca Hz. Ebû Bekir (r.a.) minberden şöyle seslenmiştir: “Ey insanlar! Siz bu âyeti okuyor fakat, bundan maksadı, gereğince anlamıyorsunuz. Ben Resulullah (a.s.m)’dan şunu işittim: “İnsanlar bir zalimi görürler de zulmünü engellemezlerse, Allah Teâlâ hepsine azab eder.” Bu âyeti sırf ferdî bir mânada almamalı, enfusekum’dan ferdi, nefsi ve tümüyle toplumun kendisini içine alan bir mâna anlamalıdır. Yani fert, fert olarak, Müslüman toplum da toplum olarak, iyilik ve dürüstlüğünü korumalıdır. Bununla beraber âyet bize asıl şunu gösteriyor ki: kurtuluş ve toplumun hidâyeti de fertlerden başlar. Fertler düzelirse toplum da düzelir. Fertlerde sıhhat ve istikamet olmazsa, sayılarının artması kuvveti artırmaz. Bilakis sorunları çoğaltır. Çünkü toplumda tam bir birlik olmazsa, toplama ve çarpma, kesirlerin çarpımında olduğu gibi, daha küçük bir neticeye götürür. Tam sayı olarak 3X3=9 ederken, 1/3X1/3=1/9 olur. Onun için önce tam sayı durumunda, kâmil fertler yetiştirmelidir. Toplumu ıslah etmek isteyenler, emr-i mârufu kendilerinden başlatmalıdırlar. Keza sağlıksız bir toplum da, başka toplumları düzeltemez. Müminler, fert ve toplum olarak görevlerini yaparlarsa, başkalarının sapmalarından sorumlu olmazlar.

106 – Ey iman edenler! Sizde ölüm alâmetleri belirdiğinde, vasiyyet edeceğiniz sırada, içinizden iki dürüst kişiyi şahit tutun. Yahut yolculuk esnasında başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan başka iki kişi şahit olsun.

Eğer şüphe ederseniz, o iki şahidi namazdan sonra tutar ve: “Yeminimizi, akrabalarımızın menfaati de söz konusu olsa, dünyanın hiç bir şeyine değişmeyeceğiz. Allah’ın üzerimizde bir emanet, bir borç olarak bulunan şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa biz kesinlikle günahkâr oluruz!” diye Allah’a yemin ettirirsiniz.

107 – Şayet sonradan bu şahitlerin yalan söyleyerek günah işledikleri anlaşılırsa, (şahitlerin haklarına tecavüz etmek istedikleri ve) ölüye daha yakın olan mirasçılardan iki kişi, öbürlerinin yerine geçerler ve “vallahi bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi takdirde biz elbette zalimlerden oluruz!” diye yemin ederler.

108 – Bu usul, şahitliği tam gerektiği şekilde yapmaları, yahut yeminlerinden sonra başka şahitlerin şahitliklerine başvurma sonucunda, yalan söylediklerinin ortaya çıkması sebebiyle, yeminlerinin reddedileceğinden korkmalarını sağlama bakımından en uygun çaredir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın hükmünü dinleyip itaat edin! Allah, din yolundan çıkan fasıklar gürûhunu, emellerine kavuşturmaz.

Vasiyetin yerine getirilmesi için alınacak tedbirler bu âyetlerle özetlenmiştir. Âyetin son cümlesinden maksat şudur: Siz ittika etmez ve söz dinlemezseniz fasık olursunuz. Allah da fasıklara hidâyet etmez, yani cennet yolunu bulmaya veya “faydaları olan cihete muvaffak etmez, emellerine kavuşturmaz.”

109 – Gün gelecek, Allah peygamberleri bir araya toplayıp:

“Sizin tebliğleriniz ümmetleriniz tarafından nasıl karşılandı, nasıl bir cevap aldınız?” buyuracak.

Onlar da: “Senin, her şeyi hakkiyle bilen ilminin yanında bizim bilgimiz yok.

Zira gayblara vakıf olan, yalnız Sen’sin” diyecekler. [7,6; 15,92-93]

110 – Allah o gün buyuracak ki: “İsa! Hem senin, hem annenin üzerinizdeki nimetimi iyi düşün!

Düşün ki: Ben Seni Ruhu’l-kudüsle desteklemiştim. Sen beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşmuştun.

Ben sana kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim.

Sen, Ben’im iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor, ona üflüyordun; o da Ben’im iznimle kuş oluveriyordu.

Düşün ki: Sen Ben’im iznimle anadan doğma âmanın gözünü açıyor, abraşı da iyileştiriyordun.

Düşün ki: Sen Ben’im iznimle ölüleri kabirden diri olarak çıkarıyordun.

Hani Ben İsrailoğullarının şerlerini (öldürme kasıtlarını) senden defetmiştim.

Kendilerine apaçık deliller, mûcizeler getirdiğin zaman da onların kâfirleri: “Bu besbelli bir büyüden başka bir şey değil!” demişlerdi. [2,87; 3,46.49; 9,30]

111 – Ve hani havarilere: “Bana ve Resulüme iman edin” diye ilham etmiştim.

Onlar da: “İman ettik. Hakka teslim olduğumuza şahid ol!” demişlerdi. [3,52; 28,7; 16,68]

112 – Bir vakit de havariler: “Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi? dediler.

O da: “Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun da edebi aşmayın!” diye cevap verdi.

Bu isteği iman etmeden önce yapmış olmaları mümkündür. Allah Teâlânın kudretine, Hz. İsa (a.s.)’ın nübüvvetinin hakkaniyetine inanarak bunu söylemeleri mümkündür. Bu durumda “gücü yeter mi?” diye Hak Teâlâ’nın kudreti değil de, “indirir mi?” anlamında olarak O’nun fiili süal konusu yapılmaktadır (Ebu’s-suûd).

113 – “Biz” dediler, “istiyoruz ki ondan yiyelim, gönlümüz rahatlasın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona şahitlik edenlerden olalım.

114 – Meryem’in oğlu İsa: “Ey büyük Rabbimiz! Ey yüce Allah’ım! Bize gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem âhirimiz (yani ümmetimizin tamamı) için o gün bir bayram olsun ve Sen’den bir mûcize olsun. Bizi rızıklandır, zira rızık verenlerin en hayırlısı Sen’sin.” dedi.

115 – Allah buyurdu ki: “Ben onu yukarıdan size indiririm, fakat bundan sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu dünyada hiç kimseye yapmayacağım derecede cezalandırırım.”

116-118 – Hem Allah Teâlâ: “Ey Meryem oğlu İsa!” Sen mi insanlara “Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin!” dedin?” diye sorguladığı vakit o şöyle diyecek:

“Hâşa! Sen şerikden ve her noksandan münezzehsin Ya Rabbî! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem doğru olmaz, bana yakışmaz.”

“Hem söylediysem malûmundur elbet!Benim varlığımda olan her şeyi Sen bilirsin, ama ben Sen’in Zatında olanı bilemem. Bütün gaybleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin.”

“Sen ne emrettinse ben onlara, bundan başka bir şey söylemedim. Dediğim hep şu idi: “Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.”

“Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları gözetiyordum. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin.

Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, aziz-u hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin.” [4,172]

Birçok batılı yazarın iddialarının hilafına, Kur’ân-ı Kerim, Meryem’i teslisin bir unsuru saymaz. Yalnız bu âyette onun tanrılaştırıldığını bildirir. Arabistanda ve Suriye’de İslam’ın zuhurundan önce Meryem’i tanrılaştıran Collyridiens gibi toplulukların bulunduğunu birçok müsteşrikin çalışmaları da göstermiştir. Fakat oraya gitmeye gerek yoktur. Katolik mezhebi Meryem hakkında “Tanrının Annesi” (Theotokos) der, onun da ruh ve bedeni ile göğe yükseldiğini, dünyada hazır ve icraatta bulunduğunu, duaların ona yöneltilmesinin yerinde olduğunu kabul eder. Tevhid konusunda çok titiz olan Kur’ân nazarında bunların tanrılaştırma sayılması pek normaldir.

İncil’in hiçbir yerinde Hz. İsa (a.s.)’ın “Ben Tanrı’yım” şeklinde bir sözü yoktur. Aksine o Allah’ın kulu olmasıyla övünür (Mt.12,18).

119 – Bunlardan sonra Allah buyurur ki: “Bu gün o gündür ki, doğruların doğruluğu kendilerine fayda verir. Onlara içinden ırmaklar akan cennetler var.

Orada daimî kalırlar. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte büyük başarı ve mutluluk budur!”

120 – Göklerin, yerin ve oralardaki her şeyin hakimiyeti Allah’ındır ve O her şeye hakkıyla kadirdir.



Açar sözləri

maide suresi

Şərh yaz