Mənəviyyata Açılan Pəncərə

2 – Bəqərə surəsi

Bakara sûresi Medine döneminde hicretten hemen sonra nâzil olmaya başlamış ve takrîben on yıla yayılan vahiy parçaları halinde devam etmiştir. Sûrenin ismi, 67-71 ayetlerinde yer alan bakara kıssasından alınmıştır. Bir ineği kesmek gibi cüz’î bir vak’anın ayrıntılı olarak anlatılması, hatta bu uzun sûreye adının verilmesi tuhaf gelebilir. Fakat Kur’ân temel bir kanun ve prensibin tezahürünü ifade eden cüz’i olayları bazen ayrıntılı olarak anlatarak o genel prensibi zihinlere yerleştirmek ister. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın risaletiyle, İsrailoğullarının seciyelerine girmiş olan sığıra tapınma fikrini kesip öldürdüğünü, bu olay ile anlatmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresi olup 286 âyettir. Hacim itibariyle Kur’ân’ın 1/12 sini teşkil eder. Kur’ân’ın, ayrıntılı bir özeti durumundadır. Sûre bir mukaddime, dört ana maksat ve bir neticeden oluşur.

Mukaddime: Kur’ân’ın şanını, görevini bildirir ve ondaki hidâyetin temiz kalb taşıyanlar nezdinde âşikâr olup kalbi hasta ve bozuk olanların ondan yüz çevireceklerini bildirir.

Birinci maksat: Bütün insanları İslâm’a dâvet eder.

İkinci maksat: Özellikle Ehl-i Kitabın yanlışlarını düzeltip Kur’ânı tasdik etmeye çağırır.

Üçüncü maksat: Bu dinin ahkâmını ayrıntılı olarak bildirir.

Dördüncü maksat: Bu hükümlerin yerine getirilmesini sağlayacak müeyyidelere ve teşvik edici hususlara yer verir. Netice: Mezkûr maksatları içeren dâveti kabul edenleri tanıtır; onların dünya ve âhiretteki âkıbetlerini açıklar.

Bismillâhirrahmânirrahîm

1 – Elif, Lâm, Mîm.

Kur’ân-ı Kerîm’in 29 sûresi huruf-i mukattaa denilen bu münferit harfler ile başlar. Müfessirler, bunların mânasız veya tesadüfî olmadığını vurgular, onlar hakkında öne sürülen muhtemel çeşitli izahları nakleder, bununla beraber Allah ile Resulü (a.s.) arasındaki bu şifrelerin kesin mânalarını Allah’a havale ederler. Allah Teâlâ bu tonlu seslerle sinyaller verip beşeriyetin dikkatlerini çekmekte, bir an için, her işi bırakıp gelecek muazzam gerçekleri dinlemelerini temin etmektedir. Keza Kur’ân’ın da böyle harflerden ibaret olduğunu, yapabileceklerse bu harfleri kullanarak insanlara da benzerini yapma çabaları hususunda meydan okuduğunu hatırlatmaktadır.

2 – İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere! [32,1-2]

el-Kitab: “Yazılı şey” demektir. Böylece kitap adı verilerek zımnen Kur’ân vahiylerinin yazı ile tesbit edilmesi emredilmektedir. Kur’ân o kitaptır ki kitap denilince, hatıra onun geldiği en mükemmel kitaptır ve diğer bütün kitaplar onun mânasını açıklamak görevindedirler.

Takvâ: Korunma, sakınma demektir. İnsanın, başta küfür ve şirk olarak kendisine zarar veren her türlü kötülükten, haram ve isyandan korunarak, ta nihayette cehennem azabından da korunmasını sağlayan değer sistemidir. Muttakî ise, takvâ sıfatını taşıyan kimsedir.

3 – O müttakiler ki görünmeyen âleme inanırlar. Namazlarını tam dikkatle ifa ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda harcarlar.

Gayb: Sözlükte “Görünmeyen, gözden gizli kalan şey” demektir. Terim olarak “Duyulardan ve insanın ilminden gizli kalan” şeye denilmiştir. Bir şeyin gayb olması, insanlar yönündendir; yoksa Allah için gayb yoktur. Allah Teâlâ da bize göre gaybdır, fakat O’nun hakkında “gâib” denilemez.

4 – Hem sana indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen kitapları tasdik ederler.

Âhirete de kesin olarak onlar inanırlar.

Burada Tevrat, İncil, Zebur gibi kitapların asıllarının Allah tarafından gönderildiğine iman etmenin, dinin temellerinden olduğu bildiriliyor.

5 – İşte bunlardır Rab’leri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlardır felâh bulanlar.

6 – İnkâra saplananları ise ister uyar, ister uyarma onlar için birdir, imana gelmezler. [10,96]

7 – Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların hakkı büyük bir azaptır. [61,5; 6,110; 4,155]

Bu mühürleme, batılda ısrar etmelerinin sonucu olarak ilâhî bir cezadır. İnkâra saplananlardan burada maksat, Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi imana gelmeyeceklerini Allah’ın bildiği muayyen kâfirlerdir. Bütün kâfirler değildir. Aksi halde dini tebliğ emri, manasız olurdu.

Bakara sûresinin ilk beş âyeti müminlerin, müteakip iki âyeti kâfirlerin, gelecek 8. âyetten itibaren on üç âyeti ise münafıkların bariz sıfatlarını anlatmaktadır.

8 – Öyle insanlar da vardır ki “Allah’a ve âhiret gününe inandık.” derler; oysa iman etmemişlerdir. [63,1]

9 – Akılları sıra Allah’ı ve iman edenleri aldatmayı kurarlar. Kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkında değiller. [58,18]

10 – Kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını daha da ilerletti.

Bu yalancılık (ve samimiyetsizlikleri) sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır. [9,124-125; 47,17; 47,20]

11 – Ne zaman onlara: “Ülkede fesat çıkarmayın!” denilse “Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!” derler. [8,73; 47,11; 2,205]

12 – Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin şuurları yok, farkında değiller.

13 – Ne zaman onlara: “Şu güzel insanların iman ettiği gibi siz de iman edin.” denilse “Yani o beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?” derler. Asıl beyinsizler kendileridir de farkında değiller.

14 – Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit “Biz de müminiz” derler. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da: “Emin olun, biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz.” derler.

Şeytan: “Azgınlıkta, şer ve kötülükte kendi benzerlerini çok geçmiş kötü, inatçı” anlamında cins ismi olup cinlerden olduğu gibi insanlardan da olabilir. Cin şeytanlarının ataları İblis olup, bazen özel isim olarak İblîs yerine eş-Şeytan kullanılır.

15 – Allah da kendileriyle alay eder ve azgınlıklarında onlara mühlet verir; böylece onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.

Allah’ın alay etmesinden maksat, münafıkların alay etmelerinin karşılığını vermesidir. Müşâkele babından olarak, benzer lafızla, tamamen farklı mâna kasdetme söz konusudur. Mesela haylazlık ederken sinsice gülen çocuğunu tehdid eden annesi “Sen gül, ben de sana gülerim!” derken, onun gülmesinin tamamen farklı şekilde olması gibi.

Kalbinde iman etmediği halde Müslüman görünen kimseye münafık denir. Bunlara İslâm toplumunda Müslüman muamelesi yapılır. Böylece:

1. İslâm’ın sabır ve müsamahası uygulanır.

2. Onların nesillerinden gerçek müminlerin yetişmesine imkân hazırlanır.

16 – İşte onlar hidâyete müşteri olacaklarına, dalâleti satın aldılar. Ama bu, kârlı bir ticaret olmadı. Çünkü kâr yolunu tutmadılar.

17 – Bunların durumu, aydınlanmak için ateş yakan bir kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah onların gözlerinin nurunu giderir ve karanlıklar içinde bırakır, onlar da göremez olurlar. [63,3]

18 – Sağır, dilsiz ve kördürler onlar. Onun için hakka dönmezler. [22,46]

19 – Yahut onların durumu gökten sağanak halinde boşanan ve içinde yoğun karanlıklar, gök gürlemeleri ve şimşekler bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumuna benzer. Yıldırımların verdiği dehşetle, ölüm korkusundan, parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Fakat Allah kâfirleri çepeçevre kuşatır. [63,4; 9,56-57; 57,13-15]

20 – Şimşek nerdeyse gözlerini köreltecek. Önlerini aydınlattı mı ışığında yürürler, (şimşek sönüp) karanlık çökünce de dikilir kalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir.

21 – Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. [32,3; 30,41; 39,28]

Âyetin son kısmındaki ümidi ifade eden kelime lealle olup Arapçada tereccî yani ümit ifade eden başlıca edatlardan biridir. Allah Teâlâ’nın sözünde tereccî, ilk bakışta tereddüde yol açabilir. Hâşâ, sanki O’nun neticeleri kesin olarak bilmediği zannını uyandırabilir. Fakat bu sathî bir anlayıştır. Doğrusu şudur: 1. Birçok durumda tereccîyi muhataplar bakımından anlamak gerekir. Nitekim meali buna göre vermiş bulunuyoruz. 2. Tereccî üslûbu, hem Allah, hem de kul yönünden matlub olan tutumdur. Zira kulluk tavrı, ümit ve korku arasında olup âkıbetten emin olmamayı gerektirir. Öte yandan bu üslupla, Allah, ilâhî iradeyi hiçbir şeyin sınırlandırmayacağını bildirmek ister. Kul: “Ben Rabbimin şu emrini yaptım, O da benim için şunu yapar.” diyemez.

22 – O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı.

Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı.

Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın!

Atmosfer tabakası, portakalın kabuğunun portakalı sarması gibi dünyayı çevrelemektedir.

Bu âyette i’caz delillerinden bir cüz vardır. Yer küresini çevreleyen ilk kısımda çeşitli hava tabakaları bulunur. Bu tabakalar, evrenin muhtelif yerlerinden gelen zararlı ışınlardan dünyayı korur. Sadece dünyadaki hayat için faydalı olanları geçirirler. Binaenaleyh bunlar tavan veya gölgelik durumundadırlar. İşte bulut ve yağmur da göğün bu tabakasında meydana gelir.

23 – Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda tutarlı iseniz. [10,37; 11,13; 17,88; 28,49]

Hz. Peygamber (a.s.)’ın nübüvvetinin başta gelen delili, Allah tarafından kendisine verilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân’ın Allah’ın sözü olması, i’caz vasfına sahip olmasıyla tezahür etmiştir. İ’cazı da, itiraz eden kâfirlere tehaddi etmesi, yani benzerini yapmaları konusunda onlara meydan okuması ile ortaya çıkmıştır. Bu âyet, tehaddi safhalarının sonuncusudur. Şöyle ki: 1. Kur’ân ilk meydan okuduğunda, Kur’ân’a benzer bir söz istedi (Tur, 33-34). 2. Uydurma hikâyelerden de olsa on sûrenin benzerini (Hud, 13-14). 3. Hiç değilse bir sûrenin mislini getirmelerini istedi. (Yunus, 38). 4. Tam misli olmasa da kısmen olsun, Kur’ân’a benzer bir söz söylemeye dâvet etti. Ne nüzul asrında, ne de ondan sonra bir cevap çıkmadığından i’cazı sabit oldu.

24 – Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.

25 – İman edip yararlı işler yapanları müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Öyle cennetler ki, ne zaman meyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilirse: “Bu, daha önce de dünyada yediğimiz şey!” diyecekler. Oysa bu, onların aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.

Cennetlikler için, cennetlerde tertemiz, eşler vardır. Bunlar sadece temiz değil, her yönden temizlenmiştirler. Hem her türlü maddî pisliklerden hem de ahlâksızlık, geçimsizlik gibi manevî kirlerden. Dünyada da bu mutlulukların benzeri bulunabilir. Fakat başta gelen önemli fark, dünyanın geçiciliğine karşı, cennetin daimî olmasıdır. Birtakım kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa yemek içmekten, kadınlardan bahsedilmesine itiraz etmek istiyorlar ve: “Dine ait duygular, insanı bunlardan kesip, yalnız ruhanî lezzetler ile uğraştırmalı.” diyorlar. Fakat şurası gariptir ki, böyle diyenlerin hepsi, bedene ait bu iki çeşit zevk peşinde koşanlardan çıkmaktadır. Halbuki bu müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü kapsayan eksiksiz zevkleri bir araya getirmektedir. Ve âhiret zevklerinde dünyadaki zevklerden hiçbirinin benzerinin eksik olmadığını ve bunun karşısında dünyaya ait şehvetlerin âdiliğini, çirkinliğini de gösteriyor.

26 – Allah gerçeği açıklamak için bir sivrisineği, hatta onun ötesinde olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rab’lerinden gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise “Allah böyle misal vermekle ne kasdediyor?” derler. Allah bu misal ile birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz. [22,73; 29,41; 14,24; 74;31; 13,19-25]

Fısk kelimesinin sözlük anlamı “çıkmak, huruc etmek” tir. Nitekim delikten çıkan farelere “fâsıklar” denir. Dini terim olarak fâsık “büyük günah işlemek suretiyle Allah’a itaat çizgisinden çıkan” mânasınadır ki, küçük günahlarda ısrar etmek de bu bölüme girer. Şer’î bakımdan fıskın üç derecesi vardır. Birincisi: Günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek. İkincisi: Üzerine düşerek devamlı günah işlemek. Üçüncüsü: Çirkinliğini inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fâsık bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet mezhebinde kendisinden mümin adı alınmaz. Şu halde fâsık vasfı içinde kâfirler bulunacağı gibi, imanını kaybetmemiş olanlar da bulunabilir. Mu’tezile mezhebindekiler bu kısmı ne mümin, ne kâfir saymayıp, ikisi ortası saymışlar. Hâriciler ise, üçünü de kâfir saymışlardır.

27 – Bu fâsıklar o kimselerdir ki, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın, kurulmasını istediği bağları koparır ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte bunlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. [2,63]

28 – Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr edebilirsiniz ki, siz ölü iken size hayatı veren O’dur. Şunu bilin ki, tayin ettiği vâde gelince sizi öldürecek, yine diriltecek ve sonunda O’nun huzuruna götürüleceksiniz. [52,35; 76,1; 40,11; 45,26]

29 – O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra iradesi yukarıya yönelip orayı da yedi gök halinde sağlamca nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilir. [41,9-12]

Yeryüzünde mevcut her şeyden insanlar için bir faydalanma yönü vardır. Bu faydalanma şekli bazısında müsbet, bazısında menfi bir durumdadır. Hepsinin faydalı olması, her birinin, her şekilde ve herkes için faydalı olması demek olmaz. Bir kısmında zararlı olma durumu da vardır.

Haram kılınan şeyler ile başkalarına ait kazanılmış şahsî mallar dışında dünyadaki her şey mübahtır. Buna Fıkıh ilminde ibahe-i asliyye denir ki, dayandığı başlıca naslardan biri bu âyet-i kerimedir. “Canlar, ırz ve namusun dışında, varlıkta aslolan, mübah olmadır. Özel bir haram delili bulunmadıkça, mübah ile amel olunur,” şeklindeki fıkıh kaidesi bu âyetten alınmıştır. Yalnız akıllara kalsaydı kimi hep mübah der, kimi hep haram der, kimi de şaşırır kalırdı. Nitekim vahiy aydınlığından uzak yerlerde böyle olmuş ve olmaktadır. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki bu serbestlik, insanların tümüne eşit olarak yapılmış, insanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine mübah kılınmamıştır. Bunun için insanların canları, ırzları birbirlerine mübah değildir. Hatta bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli değildir. İnsanlar, kendileri için değil Allah’a kulluk için yaratılmışlardır.

Yedi gök: Müfessirlerin çoğuna göre dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir gök olup, yedi semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan baş­ka altı sema daha vardır. “Biz yere yakın semayı yıldızlarla süsledik.” [37,6] âyeti de bu mânada açıktır.

30 – Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği vakit onlar: “Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen’i tenzih etmekteyiz!” dediler. Allah: “Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim” buyurdu.

Tesbih: Allah Teâlâ’yı tenzih etmek, yani Zatını i’tikad, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır.

Hilâfet, “vekâlet” yani başkasına vekil olmak mânasına gelir. Bu vekâlet, ya aslın kaybolmasından veya bir ihtiyaçtan veya aczden, yahut da sırf, asilin, vekiline bir şeref bahşetmek lütfunda bulunmasından ileri gelir. Ve işte Cenab-ı Allah’ın yeryüzünde velilerini halife seçmesi, bu son nevidendir.

31 – Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: “İddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!” dedi.

32 – “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.” dediler.

33 – Allah: “Âdem! Eşyanın isimlerini onlara sen bildir.” dedi. O da isimleriyle onları bildirince Allah buyurdu: “Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin sırlarını Ben bilirim!” Ve Ben sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her şeyi de bilirim!” [20,7; 27,25]

34 – O vakit meleklere: “Âdem‘e secde edin!” dedik.Hepsi secde ettiler, yalnız İblis diretti, kibirlendi ve kâfirlerden oldu [7,11; 15,29; 20,116; 38,72]

35 – Ve dedik ki: “Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Böyle yaparsanız zalimlerden olursunuz!” [7,19-20; 20,120]

“Bu cennet, dünyada bir bahçedir. Zira Hz. Âdem (a.s.) dünyada yaratılmıştır.” diyen müfessirler vardır. Fakat ekseri müfessirlere göre maksat ebedî cennettir.

36 – Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de: “Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız.”

37 – Büyük pişmanlık duyan Âdem, Rabbin­den birtakım kelimeler öğrenip onlara göre hareket etti. Rabbine yalvardı. Allah da tövbesini kabul etti. Zaten O tövbeyi kabul eder, merhameti boldur. [9,104; 25,71; 4,17-18]. Tevrat Hz. Adem’in tövbe etmesinden bahsetmez.

Allah insanın dünyadaki çilesini geçici kılmıştır. Halife olmak üzere yaratılan Âdem’in fıtratından ilim gücü yok edilmemiştir. Vuku bulan zelle henüz tabiat (huy) haline gelmemiştir. Onun için bu musîbetten hemen sonra, bu yaratılışıyla Rabbine döndü ve O’nun kendisine bazı kelimeler telkin ettiğini sezdi, o kelimeleri alıp onlarla amel etti. Bu kelimeler 7,23’de bildirilmiştir.

38-39 – Dedik ki: “İnin oradan hepiniz! Artık ne zaman Ben’den size doğru yolu gösteren rehber gelir de kim ona uyarsa, onlara hiç bir korku olmayacak, hiç üzülmeyecekler de. İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler, hem de orada ebedî kalacaklardır.” [20,123; 7,24-35]

40 – Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi!

Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun! [44,30-34; 5,20]

İsrail, Yâkub (a.s.)’ın lakabı olup İbranîce’de “Allah’ın kulu” “Allah’ın seçkini” mânasına geldiği bildirilir. Bu hitap tarzında, Yahudileri iman etmeye bir teşvik vardır. Yani: “Ey Allah’ın seçkin bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat Ehli! Bu vasfınıza ve o aslınıza lâyık bir tutum izleyin!”

Allah Teâlâ Hz. Âdem ve evladından, Kendisi tarafından gelecek olan talimata uymalarını istemiştir. Bunu bir ahid tarzında bildirmiştir (2,38). İsrail evlatlarının Tevrat’ı kabul etmeleri ile de, bu ahid Tevrat’la pekiştirilmiş, geleceği bildirilen peygamberlere ve son peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’a iman ederek bu ahdi yerine getirmeleri emredilmiştir.

41 – Sizin yanınızda bulunan Tevrat’ı tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’ân’a iman edin, onu inkâr edenlerin başını siz çekmeyin. Âyetlerimi az bir fiyatla, yani dünya menfaati karşılığında satmayın. Asıl Bana karşı gelmekten sakının! [2,89.91.97.101; 3,81; 4,47; 5,48; 6,92; 35,31; 46,12.30]

Maksat: Tevrat’ın asli şeklidir.

42 – Batılı hakka karıştırmayın, bile bile gerçeği gizlemeyin!

43 – Hem namazı tam kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle beraber siz de namaz kılın!

44 – Halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa?

Halbuki siz Tevratı okuyup duruyorsunuz.

Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız? [11,88]

45 – Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah’tan yardım dileyin! Gerçi bu çok zor bir iştir, fakat içi saygı ile ürperenlere değil. [29, 45]

Bütün bu emirler ve yasaklar İsrailoğullarına hitab etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir. “Bunlar İslâm şeriatında da vardır. Siz de bunlara İman ve itaat ediniz!” demektir. Zira Tefsir usulündeki bir kurala göre “Sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mani değildir.”

46 – İçi saygı dolu olan bu müminler, Rab’lerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini iyi bilirler.

47 – Ey İsrail’in evlatları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve vaktiyle sizin atalarınızı diğer insanlara üstün kıldığımı hatırlayın! [45,16]

Kendi zamanlarında yaşayan insanlara üstün kılınmışlardı.

48 – Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse başkasının yerine birşey ödeyemez, kimseden şefaat kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz, hem onlara yardım da edilmez. [31,33; 26,100-101; 37,25]

Mu’tezile bu âyetten, büyük günah işleyenlere şefaatin fayda vermeyeceği sonucunu çıkarmıştır. Ehl-i sünnete göre âyet, kâfirler hakkındadır ve hitap, küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları, kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin, her hâl ve durumda, kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa şefaatin muteber olduğuna dair âyetler mevcuttur. İleride ele alınacaktır. Ayrıca kesin hadisler de vardır. Kabul edilmeyecek şefaat, herkesin kendiliğinden ve Allah’ın iznine bağlanmadan, yapılacağı düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler zannıyla nebîlere ve velîlere tapılmamalı, ancak Allah’a ibadet etmelidir ki O, istediğine, istediği zaman şefaat ettirir.

49 – Hem sizi en feci işkencelere uğrattıkları zaman Firavun’un adamlarından kurtardığımızı da hatırlayın! Onlar sizin dünyaya gelen erkek çocuklarınızı kesiyor, kız çocuklarınızı ise kötülük için hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından çetin bir imtihan vardı.

Firavun, Mısırda Amalika hükümdarlarının lakabıdır. Çoğulu Feraine’dir. Nasıl ki Türk krallarına hakan, Rum krallarının bazısına kayser, bazısına herakl (Herakliyus), Habeş krallarına necaşi, Yemen meliklerine tübba’, İran hükümdarlarına kisrâ deniliyordu.

50 – Yine hatırlayın ki, sizin geçmeniz için denizi yarmış, sizi kurtarıp, siz bakıp dururken gözlerinizin önünde Firavun hanedanını boğmuştuk.

Bu âyet-i kerime, hürriyetin, başta gelen nimetlerden olduğunu hatırlatıyor. İnsanın başka birinin eli altında ve istediği tarzda çalıştırabileceği bir halde bulunması, üstelik bir de ağır, zor, pis işlerde kullanılması, azap şekillerinin en şiddetlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Hatta buna mâruz kalanlar ekseriya ölümü temenni ederler. İşte Cenab-ı Allah’ın burada açıkladığı birinci nimet, bu kötü azaptan kurtulma nimetidir.

51 – Ve bir vakit Mûsâ’ya kırk gecelik bir süre ayırmıştık. Ama siz Mûsâ’nın ayrılmasından az sonra, buzağıyı ilâh edinip zalim olmuştunuz. [7,142; 2,54.92; 4,153; 7,148; 20,85-97]

Zulüm, bir şeyi layık olduğu yere koymamaktır. İbadeti, layık olan Allah’a yapmayıp mahluka yapmak zulüm ve haksızlıktır.

52 – Bundan sonra şükredesiniz diye Biz sizi affettik.

53 – Mûsâ’ya Kitap ve Furkan’ı verdik, ta ki doğru yolda yürüyebilesiniz. [28, 52-53; 21,48; 3,4; 25,1; 8,29]

Furkan: Tevrat’ın bir sıfatı veya Tevrat’taki şer’i hükümler veya Tevrat’tan ayrı olarak yed-i beyza ve asâ gibi mûcizeler yahut bir zafer ve ferah olabilir.

54 – Mûsâ kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Sizler buzağıya tutulmakla kendinize çok yazık ettiniz! Derhal Yaradanınıza tövbe edin! Allah yolunda kendinizi öldürün! Böyle yapmanız sizi Yaratan nezdinde daha hayırlıdır.” Böylece Allah da sizin tövbelerinizi kabul etsin. Çünkü o tövbeleri çok kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur. (4,66)

Âyetteki “nefislerinizi öldürün” mefhum olarak üç mânaya gelebilir. 1- Hakikî mânası ki herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir. La­kin böyle olsaydı muhatap olacak kavim kalmaz veya ancak âsiler kalırdı. Şu halde kasdedilen mâna bu değildir. 2- Esasen kardeş olan bir kavmin fertlerine, haydi bakalım şimdi birbiri­nizi öldürünüz”! demektir. Tefsirciler çoğunlukla bu mâ­nayı gözetmişlerdir. Tur’a giden Hz. Mûsâ (a.s.)’­ın arkasından Samirî, altından buzağı heykeli yapmış, önce bağırtmış ve Apis öküzüne tapan Mısırlılar ve diğer puta tapıcılar gibi İsrailoğullarının bir kısmını, “İşte Mûsâ bunu aramaya gitti.” diyerek ona taptırmış, çok yakın bir zamanda bizzat şahid oldukları nimetlere karşı nankörlük edip bir bozgun ve karışıklık çıkarmış, kavmin diğer bir kısmı Hz. Harun (a.s.) ile beraber bu gidişi önleyememişlerdi. Hz. Mûsâ’nın dönüşüne kadar bu şirk iyice yayılmıştı. O dönünce Furkan’ın hükmüyle, hem buzağıya tapanlara, hem de onları önlemeyip bekleyenlere hemen tövbe etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiştir. Bu iç savaş Allah’ın izniyle zaferle sonuçlanmıştı ki, burada o nimet hatırlatılıyor. 3- Sırf mecazî mânası ile “nefsanî isteklerinizi öldürünüz.” Bu gerçek tefsir olmayıp işarî bir mânadır. “Yani günahlarınıza pişman olarak gam ve kederden canınızı çıkarın yahut şehvetlerden menetmekle riyazet ediniz!”

55 – Bir zaman da: “Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız!” dediniz. Bunun üzerine derhal sizi yıldırım çarptı, siz de bakakaldınız.

56 – Siz bir müddet ölü vaziyette kaldıktan sonra, şükredesiniz diye sizi dirilttik.

Bunu yapanlar, elbette İsrailoğullarının hepsi değildi. Bu ısrar üzerine mikatta yıldırıma yakalananlar, seçilen yetmiş kişi idi.

57 – Üzerinize bulutları gölge yaptık.

Size kısmet ettiğimiz helâl hoş rızıklardan yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın indirdik.

Fakat nankörlük etmekle onlar Biz’e değil, kendilerine yazık ediyorlardı. [7,160; 20,80]

58 – Bir zaman da şöyle dedik: “Şu şehre girin ve orada istediğiniz yerden bol bol yiyin!

Şehrin kapısından secde ederek, saygılı bir tavırla girin ve “Affet bizi ya Rebbenâ (hıtta)” deyin ki suçlarınızı affedelim; iyilik yapanların mükâfatlarını daha da artıracağız. [4,154; 7,161]

Maksat: Beyt-i Makdis veya Eriha şehridir.

Hz. Peygamber (a.s.m.) bu ayetle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Onlar secde etme yerine kapıdan kıçları üzerine sürünerek girdiler. “Hıtta” demek yerine ise “habbe fi şa’re” dediler.” [Buhari ve Müslim Bakara sûresinin tefsirinde]

59 – Ne var ki o zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular.

Biz de o zalimlere, itaat dışına çıktıkları için, gökten acı bir azap indirdik.

60 – Bir zaman da Mûsa, kavmi için su arayıp Allah’a yalvarmıştı.

Biz de: “Asanı taşa vur!” demiştik.

Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmış, her kabile kendine mahsus pınarı bilmişti.

“Allah’ın rızkından yiyin için, fakat sakın yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık yapmayın!” demiştik. [7,160; 20,20; 26,45]

61 – Bir vakit şöyle dediniz: “Mûsa! Biz bir çeşit yemeğe imkânı yok katlanamayız.

O halde bizim için Rabbine yalvar da yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın.”

Mûsa da: “Ne o! dedi. Siz, daha üstün olanı vererek daha düşük olanı mı almak istiyorsunuz?

Pekâla, şehre inin, işte istediklerinizi orada bulursunuz.”

Üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası basıldı ve neticede Allah’tan bir gazaba uğradılar. Evet öyle oldu! Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı.

Öyle oldu; çünkü onlar isyan ediyor ve haddi aşıyorlardı.

Mısr: hem özel isim olarak bu isimle bilinen bir ülke, hem de cins ismi olarak “şehir” anlamına gelebilir. Fakat İsrailoğulları, Mısır’dan çıkışlarından sonra, oraya tekrar dönmediklerinden, tefsircilerimiz bunun cins isim olarak, Kudüs diyarındaki kasabalardan herhangi birinin olabileceğini söylemişlerdir. M. Hamidullah âyetin tefsirinde şöyle der: “Yahudiler, Kudüs diyarını çevreleyen şehirlere hücum etmekten korkuyorlardı. Hz Mûsa, onlara: “Canınız o sebzeleri istiyorsa onlar o şehirde. Sıkıysa gidin oradan temin edin!” demek istemişti.

62 – İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiîler… Her kim Allah’a ve âhiret gününe (gerçekten) iman eder ve yararlı işler yaparsa, elbette Rab’leri yanında mükâfatları vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi kendilerini üzecek bir şeyle de karşılaşmazlar. [7,158; 11,17; 10,62; 41,30; 5.69, 22,17]

Âyetin ilk kelimesindeki “İman edenler”den maksat, birçok müfessire göre, dış görünüşte iman ettiklerini söyleyen münafıklardır. Zira daha sonraki kısımda gerçek iman edenlerin bulunması, bu tefsire bir karine teşkil etmektedir. Âyetteki “Her kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder ve yararlı işler yaparsa” cümlesiyle beyan buyurulan gerçek iman edenlerin, Hz. Muhammed (a.s.)’ın peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lâzım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce Allah’a ve âhirete iman eden ve iyi amel işleyenler bile, Tevrat ve İncîl hükmünce geleceğin büyük Peygamberine iman ile yükümlü idiler. Böyle iken Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkân kalır mı?

Âyette zahirî îman sahipleri, Yahudi, Sabiî ve Hıristiyanlarla bir tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu, Kur’ân’da bildirilen rükünleriyle kâmil iman ve amel-i salih şartına bağlı kılınmıştır. Bu da, dince makbul sayılan güzel davranışlardır. Böylece İslâm dininin dâvet ve hidâyetinde, bütün insanlara açık evrensel bir din olduğu âşikâr olmaktadır. Demek doğumla ilgili olan, ırk gibi bir din anlayışı değil, tahkikî bir iman esastır.

Yahûd: Arapçada bu kelime “tövbe etmek” veya “Yahudi olmak” anlamına gelir. Yahut cins ismi olup kavmin veya boyun adıdır. Tekili ise Yahûdi olup o kavme mensup olan kişiye denilir.

Nasârâ: Tekili nasrânî olup, Hıristiyanlar mânasına gelir. Hz. Îsâ (a.s.)’ın yaşadığı Nâsıra şehrine mensubiyeti belirtir.

Sabiîn: Dilde “Sabie” “bir dinden çıkıp başka dine girmek” demektir. Bazı Tefsirler İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensupları diye açıklarlar. Ayrıca meleklere veya yıldızlara tapan insanlar olduğu söylenmiştir. Onlar âlemin tek Yaratıcısına inanmakla birlikte, dünyanın ve insanların yönetiminin gök cisimlerine bırakıldığını ileri sürerler. Hz. İbrâhim (a.s.), bunları irşad için gönderilmişti. Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır.

63 – Ey İsrail’in evlatları! Bir vakit de Tevrat’ı uygulayacağınıza dair sizden söz almış, sonra bu ahdi bozduğunuz için Dağı üzerinize kaldırarak demiştik ki: “Size verdiğimiz Kitaba kuvvetle sarılın ve muhtevasını iyi inceleyip ders alın ki, kötü akıbetten korunasınız!” [7,171; 23,20; 95,2]

Dağı: Yani “Sina dağını” (Tur-i Sinâ).

64 – Bundan sonra yine yüz çevirdiniz! Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

65 – İçinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz. Biz böyle yapanlara “Aşağılık maymun olun!” dedik. [7,163-166; 5,60]

66 – Bunu, hem bu hâdiseye şahit olanlara, hem de sonradan gelecek olan nesillere bir ibret ve Allah’a karşı gelmekten korunacaklara da bir öğüt kıldık.

67 – Bir vakit de Mûsâ kavmine: “Allah, bir sığır kesmenizi emrediyor.” demiş, onlar da: “Ay! Sen bizimle alay mı ediyorsun?” diye cevap vermişlerdi. Mûsâ da “Öyle cahillere katılmaktan Allah’a sığınırım!” demişti.

Sûrenin adı, bu âyette başlayan bakara kıssasından alınmıştır. Bakara, “bakar”ın müennesi veya tekilidir. Bakar, manda cinsine de şamil olmak üzere sığır cinsinin genel ismidir. Buna göre bakara: erkek veya dişi sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun veyahut bir manda olabilir.

68 – Bunun üzerine Mûsâ’ya: “Peki öyleyse Rabbine yalvar da onun ne olduğunu bize açıklasın!” dediler. Mûsâ: “Rabbim şöyle buyuruyor: O sığır ne pek geçkin, ne de körpe olmayıp orta yaşta dinç bir inek olacaktır.” Haydi size emredilen işi yapın bakalım.” dedi.

69 – Bu sefer: “Rabbine yalvar da onun rengini bize bildirsin.” dediler O da: Allah “O, bakanların içini açan parlak sarı bir inek olacaktır, buyuruyor” dedi.

70 – Onlar yine dediler ki: “Bizim adımıza Rabbine yalvar da onun nasıl olacağını bize iyice bildirsin.

Zira: Nasıl bir sığır istendiği konusunda tereddütte kaldık. Ama inşaallah matlup olanı bulabiliriz.”

71 – Mûsâ: “Rabbim şöyle diyor: O inek, ne toprağı sürmek için çifte koşulmuş, ne de ekin sulamada çalıştırılmış olmayan, salma ve her kusurdan uzak, hiç alacası bulunmayan bir inek olacaktır.”

Onlar: “İşte şimdi gerçeği tam anlayacağımız tarzda bildirdin!” diyerek nihayet sığırı kestiler ki nerdeyse bunu yapmayacaklardı.

Tevrat bu olaya değinir (Çk. 32,9; 33,3; Ts. 9,6-8; 23-24). Fakat, Yahudilerin gereksiz sorularla işi uzatıp bu görevi savsaklamaya çalıştıklarına yer vermez; birçok bölümde, onların isyan ve inatlarını bildirir.

72 – Hani siz bir adam öldürmüştünüz de peşinden katilin kim olduğu hakkında birbirinizle atışmış, suçu üzerinizden atmıştınız.

Halbuki Allah sizin gizlediğinizi meydana çıkaracaktı.

 73 – Bunun üzerine: “Kestiğiniz ineğin bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun.” dedik (Vurulunca da o diriliverdi.)

İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri de öyle diriltir.

Aklınızı iyice kullanasınız diye mucizelerini size gösterir. [2,259-260]

Allah Teâlâ inek kesme emri ile onların içlerine yerleşmiş sığıra tapma geleneğini kesmek istiyordu. Taptıkları nesnenin âcizliğini gösteriyordu. Ayrıca onun parçalarından biri ile ölüye vurulmasını emredip bir ölüyü dirilterek mûcize göstermek istiyordu. Bunun topluca görülmesi için, böyle bir merasim düzenlendiği anlaşılıyor. Buna benzer bir kıssa Tevrat’da yer alır {Ts, 21,1-9}

74 – Sonra bunun arkasından kalpleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı!

Çünkü öyle taş var ki içinden ırmaklar fışkırır.

Öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar.

Ve öylesi var ki, Allah’a olan tazimi sebebiyle yukarıdan düşüp parçalanır.

Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

75 – Nasıl olur onların size güvenmelerini bekleyebilirsiniz ki? çünkü onlardan bir zümre vardı ki Allah’ın kelamını işitip akılları aldıktan sonra, bile bile onu değiştirirlerdi. [3,78; 4,46; 5,13]

76 – Onlar iman edenlerle karşılaştıklarında “Biz de iman ettik.” derler.

Kendi aralarında kaldıklarında ise: “Ne yapıyorsunuz? derler, Rabbinizin huzurunda aleyhinize hüccet edinsinler diye mi tutup Allah’ın size açtığı gerçeği onlara söylüyorsunuz?

Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”

77 – Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de bilir, açıkladıklarını da?

78 – Onların bir kısmı da ümmîdir. Kitap nedir bilmezler.

Bütün bildikleri, kendilerine anlatılan birtakım kuruntu ve uydurmalardır.

Onlar sadece bir zan içindedirler.

79 – Elleriyle kitap yazıp, biraz para almak için: “Bu Allah tarafındandır.” diyenlerin vay haline!

Vay o ellerinin yazdıklarından ötürü onlara!

Vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!

80 – Bir de derler ki: “Cehennem ateşi, sayılı birkaç gün dışında bize asla dokunmayacak.”

De ki: “Buna dair Allah’tan garanti mi aldınız? Aldıysanız ne âla, Allah vaadinden asla caymaz.”

Yoksa kesin bilmediğiniz şeyi mi Allah adına söylüyorsunuz?

81 – Hayır, durum hiç de öyle değil!

Günah işleyip de günahın kendisini her taraftan kuşattığı kimseler var ya, işte onlar cehennemliktir.

Hem de orada ebedî kalacaklardır.

82 – İman edip yararlı işler yapanlar ise,

İşte onlar da cennetliktir.

Hem de orada ebedî kalacaklardır. [4,124]

83 – Bir vakit İsrailoğullarından söz alıp: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin!

Anneye babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel muamele edin,

İnsanlara tatlı söz söyleyin, namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin!” demiştik.

Sonra pek azınız hariç, sözünüzden döndünüz. Hâlâ da yüz çevirmektesiniz. [17,23-26; 31,13-15]

84 – Hani sizden, “Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi ülkenizden çıkarmayın!” diye söz almıştık, siz de bunu kabul etmiştiniz.

Buna siz de şahitlik edersiniz.

85 – Ama işte siz birbirinizi öldürüyor, bir kısmınızı yurdunuzdan çıkarıyor, onlara karşı günahta ve zulümde birbirinizi destekliyorsunuz.

Bununla beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz.

Halbuki aslında onların çıkarılması size haram kılınmıştı.

Ne o, Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını red mi ediyorsunuz?

İçinizden böyle yapanların elde edeceği netice, dünya hayatında rüsvaylıktan başka bir şey değildir.

Kıyamet günü ise en şiddetli azaba itilirler.

Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Hicretten önce Medine’deki Yahudi kabilelerinden Benî Kurayza Evs, Benî Nadîr ise Hazrec ile anlaşma yapmışlardı. Bunlar, birbiri ile savaşınca Yahudi müttefikleri de savaşa katılıyor, Böylece Yahudiler de birbiri ile savaşıyorlardı. Fakat esir düşenler arasında Yahudi varsa fidye alarak serbest bırakıyorlardı. Fidye almaları ayıplanınca “Cevaz var.” demeleri üzerine, onlar “savaşma” yasağını ne yapacaksınız?” diye sıkıştırılıp çelişkileri sergileniyor.

86 – İşte onlar âhiretlerini verip, karşılığında dünya hayatını satın almışlardır.

Onun için, bunların cezası asla hafifletilmez, kendilerine yardım da edilmez.

Dünya, ednâ ism-i tafdilinin müennesi olup “en yakın” veya “pek alçak” mânasına bir sıfattır. Kur’ân’da geçen el-hayatu’d-dünya aslında “dünya hayatı” değil, dünya hayat, yani bugün fiilen içinde bulunulmak itibariyle “en yakın bulunan hayat” demek olur.

87 – Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Ondan sonra peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem’in oğlu Îsâ’ya da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik.

Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse kafa tutacak, onların kimine yalancı deyip kimini öldüreceksiniz ha! [5,44; 2,117; 3,47.59; 19,35]

Hz. Meryem, Kur’ân’da adı geçen tek hanımdır.

Ruh’ul-Kudüs hakkında: 2,253; 5,115; 16, 102.

Îsâ: Süryanîce İşû’dur. Nitekim bazı Hıristiyanlar Yesû, Frenkler Jesus derler. Bunun ism-i mensubu (sıfatı) olan Jezvit (Jesuite) İsevî, diğer bir tabirle Yesûî demek ise de, bir kısım Katolik papazların özel olarak kurdukları cemiyete has bir isim olmuştur.

Meryem: Süryanî dilinde “hizmetkâr” demektir. Ruhu’l-kudüs: Kelime olarak, fevkalâde temizlik, nezahet yahut bereket ruhu veya mukaddes ruh mânasına gelir. Ekseri müfessirlerce Cebrâil (a.s.) olarak tefsir edilmektedir.

88 – “Kalplerimiz perdelidir.” dediler. Öyle değil! Kâfirlikleri sebebiyle Allah onlara lânet etti.

Onun için pek az iman ederler. [41,5; 4,155]

Âyette geçen gulf, ağlef’in çoğuludur. Gulfe veya gılaf’dan “kabuklu” yani “sünnetsiz” ya da “kılıflı” demektir ki, burada kelime “kaşarlanmış” mealindedir. O Yahudiler böyle diyerek Hz. Muhammed (a.s.)’ın dâvetine karşı kalplerinin kapalı olduğunu ve bunları dinlemeye, anlamaya yanaşmak niyetinde olmadıklarını, alay ve küçümseme ile söylemek ve akıllarınca iftihar etmek istediler.

“Sünnetsiz kalb” tabirinin “nankör, inkârcı kalb, Allah’a verdiği ahdi bozan kalb” mânasına Tevrat’ta da kullanıldığını görmekteyiz. Bazı Beni İsrail peygamberleri Yahudileri “sünnetsiz kalb” taşıdıklarından ötürü acı bir şekilde kınamışlardır (Ts 30,6; Yr 9,26).

89 – Onlara, Allah tarafından, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden bir kitap gönderildiği zaman.

Daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak için “Âhir zaman Peygamberi hakkı için” diye dua ettikleri halde.

Evet o tanıyıp bekledikleri Peygamber kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.

Bu sebeple sebeple, Allah’ın lâneti de kâfirlerin boynuna olsun! [2,41; 5,48]

Kur’an’ın Tevrat’ı tasdiki: 1- Allah’a, peygamberlere, meleklere, ahirete, kadere iman gibi Tevrat’ta yer alan din esaslarını vurgulaması 2- Hz Muhammed (a.s.m)’ın gelmesiyle Tevrat’ta son peygamberin geleceğine dair yer alan haberlerin gerçekliğini fiilen ispatlaması tarzında olur.

Yahudilerin kendi kitaplarındaki bilgilere dayanarak, yakında gelecek bir Peygamber bekledikleri Medine’de meşhur idi. Şu söz devamlı ağızlarında idi: “Şu putperestler biraz daha hükmetsinler bakalım! Peygamber geldiğinde onların hesabını göreceğiz.” Fakat o gelince, sırf ırkçılık sebebiyle ona düşman oldular.

90 – Bunların, kendilerini uğruna sattıkları şey ne kadar da fena!

Allah’ın kullarından dilediği birine kendi lütfundan vahiy indirmesini kıskanarak,

Allah ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler de gazap üstüne gazaba uğradılar!

Kâfirler için zelil ve perişan eden bir azap da vardır.

91 – Onlara: “Allah’ın indirdiği bu Kur’ân’a da iman edin!” denildiği vakit:

“Biz sadece bize indirilene inanırız!” derler.

Kur’ân, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden hak kitap olmasına rağmen,

kendi kitaplarından başkasını inkâr ederler. Onlara de ki: “Size gönderilen Tevrat’a inanma iddianızda samimi iseniz,

peki ne diye daha önce, Allahın nebîlerini öldürüyordunuz? [61,6]

92 – Mûsâ size en açık delil ve mûcizelerle geldi de, sonra kalkıp, onun yokluğunda buzağıyı tanrı edindiniz.

Siz öyle zalimlersiniz işte!”

93 – “Size verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın ve onu dinleyin” diye Tur’u (Dağı) tepenize kaldırıp sizden (atalarınızdan) kesin söz aldık.

Onlar: “Dinledik ve fakat isyan ettik.” dediler.

Çünkü kâfirlikleri sebebiyle buzağıya tapma sevgisi iliklerine işlemişti.

De ki: “Eğer mümin iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!”

94 – De ki: Eğer Allah katında âhiret yurdu (cennet) bütün insanlar içinde yalnız size ait ise ve bu iddianızda samimi iseniz haydi ölümü istesenize! [62,6-8; 19,75; 3,61]

95 – Fakat elleriyle yaptıkları işler ortada iken, ölümü asla istemezler.

Allah o zalimleri pek iyi bilir.

96 – İnsanlar içinde dünya hayatına en hırslı olanların onlar olduğunu görürsün.

Hatta bu hırsta müşriklerden bile daha ileridirler.

Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister. Fakat uzun ömür onu cezadan uzaklaştıracak değildir.

Allah, onların bütün yaptıklarını görür.

“Âhiret sırf bizimdir.” demek, öldükten sonra herkes ya mahvolup yok olacak, sadece biz kalacağız; ya da herkes cehenneme gidecek, yalnızca biz cennete gideceğiz ve orada biz mutlu olacağız.” demek olur. Ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış olanların, zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç – beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı yoktur. Bu düşüncede olanların bir an önce ölümü temenni etmeleri gerekirken, onlar asla istemezler. Zira âhiret için hazırladıkları şeyler; zulümler, cürümler, cinayetlerdir. Yani bunlar zaten sabıkalı kimselerdir. O kirli ellerin neler yaptığını, âhirete ne yüzle varacaklarını vicdanları duyar da dünya cennetinden vazgeçmezler, ölümü isteyemezler. Allah o zalimleri bilmez mi sanıyorlar ki, âhiret yurdu bizimdir, diyorlar. Oysa Allah bütün zalimleri bilir.

Bu ruh hali, kaçınılmaz olarak iki sebebin birinden ayrı değildir. Ya bunlar: “Âhiret sırf bizimdir.” derken, bunun yalan olduğunu bilerek söylüyorlar. Böylece âhirete asla inanmıyorlar demektir. Ya da bunların maksadı gerçek âhiret olmayıp bekledikleri dünyevî bir gelecektir. Gerçekten Yahudiler son devirlerde âhiret kavramını tahrif ve tevil ederek şu ideale sahip olmuşlardır: Kendilerine vaad edildiğini ileri sürdükleri kutsal topraklarda devlet kurduktan sonra, bütün dünyayı istila edecekler, dünyanın tek devleti olacaklardır.

97 – De ki: “Kim Cebrâil’e düşman ise iyi bilsin ki, bu Kur’ân’ı daha önceki kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere, Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir. [4,150-151; 19,64; 66,4]

98 – Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cebrâile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.”

Peygamber Efendimiz (a.s.) Medine’ye hicret buyurduklarında Fedek Yahudilerinin bilginlerinden Abdullah ibn Sûriya, münazara için bir grupla geldi. Sorduğu dört müşkil soruya doğru cevaplar aldıktan sonra; vahiy getiren meleği sorup “Cebrâil” cevabını alınca “O bizim düşmanımızdır, o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikâil’dir ki; o, müjde, bereket, ucuzluk getirir. Eğer sana o gelseydi iman ederdik.” Bu uzun kıssa üzerine bu âyet nazil olmuştur. Hz. Ömer’le ilgili başka bir nüzul sebebi daha rivayet edilir.

99 – Biz sana apaçık âyetler indirdik.

Onları yoldan çıkan sapıklardan başkası inkâr etmez.

100 – O fâsıklar hem bunları reddedecek, hem de ne zaman bir anlaşma yapsalar, içlerinden bir güruh onu bozup atıverecek öyle mi?

(Hatta sadece az bir güruh da değil), onların ekserisi ahit tanımaz imansızlardır.

101 – Onlara, Allah katından, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden bir Peygamber gelince, O Ehl-i kitaptan bir kısmı, güya gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah’ın kitabını arkalarına atarak ondan yüz çevirdiler de [7,157; 2,89-91]

102 – Tuttular, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları sözlere tâbi oldular.

Halbuki Süleyman küfre gitmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre gittiler.

Halka sihiri ve Babil’de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı.

Oysa o ikisi: “Biz sırf imtihan için gönderildik, sakın kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye sihir öğretmezlerdi.

İşte bunlardan koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.

Fakat Allah’ın izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi.

Onlar kendilerine zarar getirip fayda vermeyen şeyler öğreniyorlardı.

Büyüye müşteri olan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını pek iyi biliyorlardı.

Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötü! Keşke bunu anlasalardı! [17,101]

Yahudiler dünya ülkelerine dağılıp parçalanınca (özellikle Babil esareti sırasında) büyü kabilinden şeyleri öğrendiler. Bu sihiri de Hz. Süleyman (a.s.)’a bağladılar. Allah’ın kitabından uzaklaştılar. Kur’ân Hz. Süleyman (a.s.)’ın, sadece büyüden değil, Tevrat’taki diğer bazı isnatlardan da beri olduğunu bildirir. Büyüden başlıca maksatları, karı kocayı ayırmaktı. Bu da onların ahlâkça ne derece düştüklerini gösterir.

103 – Şayet onlar iman edip (sihir gibi) haramlardan sakınmış olsalardı, Allah katından kendilerine verilecek mükâfatlar elbette haklarında daha hayırlı olurdu.

Keşke bunu bilselerdi!

104 – Ey iman edenler! (Siz, onların böylesi kötü etkilerine karşı uyanık olun, mesela) “Râina” demeyin, “Unzurna” deyin ve dinleyip itaat edin.

Kâfirler için acı veren bir azap vardır. [4,46]

Bu âyetten itibaren, müminler Yahudilerin kurdukları tuzaklara karşı uyarılıyorlar. Onlar Hz. Peygamber’e görünüşte saygı gösterseler de, daima onun bir açığını yakalamak için pusuda bekliyorlardı. Kaypak, müphem kelimeler kullanıyorlardı. Mesela: Müslümanlar, Efendimize: “Bizi gözet, himmet et” anlamında râina derlerdi. Buna benzer raina kelimesi İbranîce’de hakaret ifade eder. Bunu fırsat bilerek, ağızlarını eğip bükerek, bu kelime ile Hz. Peygamber’e hitap ederlerdi. Âyet, onların maskelerini indiriyor.

105 – Gerek Ehl-i kitaptan gerek müşriklerden olsun, kâfirler,

Rabbinizden size herhangi bir hayır indirilmesini arzu etmezler.

Fakat Allah rahmetini dilediğine seçip ihsan eder.

Allah büyük lütuf sahibidir.

106 – Biz, daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe, herhangi bir âyetin hükmünü neshetmez veya ertelemeyiz.

Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin? [16, 101; 22,52]

Hem nesheden, hem de neshedilen âyetler, Kur’ân metni olma bakımından eşit değerdedirler. Daha hayırlı olma, o hükmü uygulayanların elde edecekleri sevap yönündendir.

Nesh: Dilde nakil veya izale anlamındadır. Istılahta: “Şariin, şer’î bir hükmü, daha sonraki şer’î bir delille kaldırması”dır. Allah Teâlâ insanlığı Cahiliye anarşisinden İslâm’a çıkarırken köprü konumundaki sahâbe neslini eğitmede neshi bir metod olarak kullanmıştır. Geçiş döneminin, muayyen bir vakit için yapılmış bazı istisnalar ihtiva etmesi kaçınılmazdır. Esasen nesh, bir yönü ile, vahyin bölüm bölüm indirilmesinin bir tezahürüdür. Biz insanlara göre değiştirme görünen durum, Allah Teâlâ bakımından nihaî hükmü beyan etmedir. Ancak bize, ilk hükmün sona ereceği vakit bildirilmediğinden, sınırlı ilmimiz, bu işi yürürlükten kaldırma sanmaktadır. Allah, mahlûkatı yaratmadan önce nâsihi de mensûhu da bilir. Fakat yüce hikmetiyle, mensûh olan ilk hükmün, muayyen bir vakitte sona erecek bir hikmet ve maslahat (işlev) ile sınırlı olduğunu da bilmektedir. Neshe bir misal verelim: Miras paylarındaki nihaî hüküm (4,11-12) gelmeden önce, anne ve baba gibi yakınlara vasiyetle mal bırakma farz kılınmıştı (2,180). Neshin çok az örneği vardır. İtikadî bir konu değil, ilmî bir değerlendirmedir.

107 – Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır.

Sizin O’ndan başka ne bir hâminiz, ne de bir yardımcınız yoktur.

108 – Yoksa siz daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi Resulünüzden de olur olmaz şeyler istemek, onu sorguya çekmek mi istiyorsunuz?

Kim imana bedel inkârı alırsa, artık doğru yoldan sapmış olur. [4,153]

109 – Sırf nefislerinden ileri gelen bir kıskançlık sebebiyle, Ehl-i kitaptan birçok kimse, gerçek kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, sizi imanınızdan uzaklaştırıp kâfir haline çevirmek isterler.

Yine de Allah bu husustaki emrini bildirinceye kadar affedin ve hoşgörün!

Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. [3,186]

110 – Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin!

Dünyada hayır olarak ne yapıp gönderirseniz, mutlaka onun mükâfatını âhirette Allah katında bulursunuz.

Zira Allah işlediğiniz her şeyi görmektedir.

111 – Bir de: “Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası cennete asla giremez!” dediler. Bu onların kendi kuruntuları! Sen de ki: “İddianızda tutarlı iseniz haydi delilinizi ortaya koyun!” [5,18]

112 – Hayır, iş öyle değil! Kim halis olarak kendisini Allah’a teslim edip güzel davranışlarda bulunursa Rabbinin nezdinde onun mükâfatı olacaktır. Onlar ne korkacak ve ne de üzüntü duyacaklardır. [3,20; 4,142]

Cibril hadisi diye meşhur olan ve Cebrâil (a.s.)’ın İslâm’ı mükemmel bir özetlemesini ihtiva eden hadîs-i şerîfe göre İhsan: “Senin Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu göremiyorsan da O seni görüyor.” Burada bu anlamda veya geniş mânası ile ihsan (iyilik yapmak, iyi davranışlarda bulunmak) kasdedilebilir.

113 – Yahudiler: “Hıristiyanlar hakikî bir din üzere değil.”

Hıristiyanlar ise: “Yahudiler hakikî bir din üzere değil.” dediler.

Halbuki her iki topluluk da kitabı (Tevrat ve İncîl’i) okumaktalar.

Dini bilmeyenler de onlarınkine benzer sözler söylediler.

Allah, kıyamet günü anlaşamadıkları hususlarda hükmünü verecektir. [22,17; 34,26; 2,62]

Okudukları kitaba uysalardı böyle bir iddiada bulunmazlardı

Bilmeyenlerden maksat: Arap müşrikleri, putperestler, dinsizler olup bunlar da, Yahudiliğe, Hıristiyanlığa, semâvî dinlere karşı “hiçbir hakikate istinad etmez, aslı yoktur.” dediler.

114 – Allah’ın mescitlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyip oraların ıssız ve harap hale gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir?

Bunlar oralara ancak korka korka girebilirler.

Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır. [9,17-18-28]

115 – Doğu da Batı da Allah’ındır.

Hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır.

Muhakkak ki Allah’ın lütfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır.

116 – Bir de: “Allah evlat edindi.” dediler.

Hâşa! O böyle şeylerden münezzehtir.

Bilakis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mahlûkudur.

Hepsi O’nun emrine boyun eğmektedir. [19,88; 112,1-4; 13,15]

117 – O, gökleri ve yeri yoktan var edendir.

Bir şeyi yaratmak isteyince sadece “ol!” der, oluverir. [36,82; 16,40; 54,50]

118 – Gerçeği bilmeyenler dediler ki: “Allah bizimle konuşmalı veya bize bir mûcize gelmeli değil miydi?”

Onlardan öncekiler de buna benzer sözler söylemişlerdi.

Kalpleri nasıl da birbirine benziyor!

Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için delilleri apaçık gösterdik. [74;52; 6,124; 51,52-53]

119 – Biz seni sırf Kur’ân’la müjdelemen ve uyarman için gerçeğin ta kendisi olarak gönderdik.

Yoksa sen cehennemliklerden ötürü sorguya çekilecek değilsin. [3,20; 88,22; 50,45]

Onun hak peygamber olduğunun en bariz delili, kendi şahsiyetidir. Mekkeliler, hayatı boyunca, onun ahlâkını biliyorlardı. İnsanlara bile hiç yalan söylemeyen bu faziletli ve dine bağlı insanın, uydurduğu birtakım sözleri Allah’a mal etmesi aklın alacağı bir şey değildir.

120 – Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar.

Sen de ki: “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir.

Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan,

Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın.

121 – Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onu tasdik edenler onlardır.

Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir. [5,66-68; 17,107-108; 28,52-54]

Abdullah İbn Selâm (r.a.) gibi, hem Tevrat’ı hem de Kur’ân’ı ve son Peygamberi tasdik eden zevat buna dahildir. Cafer İbn Ebi Talib (r.a.) beraberinde Habeşistandan, bir gemi ile gelip Ashab-ı sefîne denilen (32’si Habeşistan’lı, 8’i Şam rahiplerinden olan) kırk kişi de bu cümledendir.

122 – Ey İsrail’in evlatları! Size ihsan ettiğim nimetimi.

Ve sizi vaktiyle diğer insanlara üstün kıldığımı hatırlayın! [45,16]

123 – Öyle bir günden sakının ki,

O gün hiçbir kimse bir başkasının yerine ödeme yapamaz,

Hiçbir kimseden fidye kabul edilmez

Ve kendisine şefaat fayda etmez.

Onlara yardım da edilmez.

124 – Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi İbrâhim’i birtakım emirlerle sınamıştı.

O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: “Seni insanlara önder (İmam) yapacağım.” dedi.

İbrâhim: “Ya Rabbî, neslimden de önderler çıkar!” deyince, Allah: “Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar.” buyurdu. [6,161; 16,120-123; 3,67-68; 37,113; 14,40; 22,78]

125 – Biz Beytullâh’ı insanlara sevap kazanmaları için toplantı ve güven yeri kıldık.

Siz de Makam-ı İbrâhim’i namazgâh edininiz!

İbrâhim ile İsmâil’e de: “Tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için bu Evimi tertemiz bulundurun!” diye emretmiştik. [14,35-41; 9,109; 22,26-29; 2,187, 3,97]

İtikâf: Cemaatle namaz kılınan bir mescitte, ibadet niyeti ile belirli bir zaman kalmak demektir.

126 – Ve o vakit İbrâhim: “Ya Rabbî, burayı güvenli bir şehir yap.

Buranın halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!” dedi.

Bunun üzerine buyurdu ki: “Onlardan inkâr edeni dahi rızıklandırıp az bir zaman hayattan nasip aldırır, sonra da onları cehennem azabına sürerim.

Orası varılacak yer olarak ne fena bir yerdir!” [14,35; 27,91; 28,57; 29,67; 95,3]

127 – İbrâhim ile İsmâil Beytullah’ın temellerini yükseltirken şöyle dua ediyorlardı.

“Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Yaptığımız bu işi kabul buyur bizden!

Hakkıyla işiten ve bilen ancak Sen’sin.”

128 – Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Bizi, yalnız Sana boyun eğen müslüman kıl.

Soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösteren bir Müslüman ümmet yetiştir.

Ve bizlere ibadetimizin yollarını göster, tövbelerimizi kabul buyur.

Muhakkak ki tövbeleri en güzel şekilde kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin!” [14, 40; 25,74]

129 – “Ey bizim Hakîm Rabbimiz! Onların içinden öyle bir resul gönder ki;

Kendilerine Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin

Ve onları tertemiz kılsın.

Muhakkak ki azîz Sen’sin, hakîm Sen’sin! (Üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibisin!)”

Hz. İbrâhim (a.s.)’a bu duayı yaptıran Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’ı yaratıp Peygamber yapmakla onu kabul etmiştir. Vermek isteyince, istemeyi ilham etmiştir.

130 – Kendini bilmeyen ahmaktan başka kim İbrâhim’in dininden yüz çevirir ki?

Biz onu dünyada nübüvvetle müşerref kılıp seçtik. O âhirette de sâlihlerden olacaktır.

131 – Rabbi ona: “Kendini canı gönülden Hakka teslim et!” deyince o derhal: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. [6,79; 16,120-122; 11,7]

132 – Bu dini İbrâhim kendi evlatlarına vasiyet ettiği gibi Yâkub da böyle yaptı ve: “Evlatlarım! dedi, Allah sizin için bu dini seçti.

Sakın Müslümanlıktan başka bir din üzere ölmeyin.” [21,72; 3,33-34]

İsrailoğulları Hz. Yâkub (a.s.)’ın neslinden geldiklerinden, özellikle onun adı zikrediliyor. Tevrat’ta Hz. Yâkub’un vefatı anlatılırken onun bu son isteği yer almaz. Fakat Talmud ayrıntılı bir şekilde anlatır (Mevdudî, Tefhim).

133 – Ne o, yoksa siz ölüm Yâkub’a gelip çattığında, o evlatlarına: “Benim ölümümden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediğinde siz orada mı bulunuyordunuz?

Onlar cevaben şöyle demişlerdi: “Senin İlahına, senin ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak’ın İlahı olan Tek İlaha kulluk ederiz

Ve biz ancak O’na teslim olan müslümanlarız.”

134 – İşte onlar bir ümmetti, geldi geçti…

Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir.

Siz onların işlediklerinden sorguya çekilmezsiniz.

135 – Bir de: “Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dediler.

De ki: “Biz bütün batıl dinlerden uzaklaşmış olarak İbrâhim’in dinine tâbi oluruz.

O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”

136 – Deyiniz ki: “Biz Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a,

Keza İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Yâkub’a ve onun torunlarına indirilene

Ve yine Mûsâ’ya, Îsâ’ya,

Hülasa bütün peygamberlere Rab’leri tarafından verilen kitaplara iman ettik.

Onlar arasında asla bir ayrım yapmayız.

Biz yalnız O’na teslim olan Müslümanlarız.” [4,150; 2,285]

137 – Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, doğru yolu bulmuş olurlar.

Yok yüz çevirirlerse, mutlaka size karşı bir ayrılık ve düşmanlık içindedirler.

Bu takdirde ise onların hakkından gelmek için Allah sana yeter. O hakkıyla işitir ve bilir.

138 – Siz Allah’ın verdiği rengi alınız!

Allah’ın boyasından daha güzel boya vuran kim olabilir?

“Biz ancak O’na ibadet ederiz.” deyiniz.

Hrıstiyanlar çocuklarını sarımtırak renkteki vaftiz suyuna daldırmakla onların gerçek anlamda dine girdiklerine inanırlar. Dini boyaya benzetmek gerekirse: “Biz, Allah’ın doğuştan her insana verdiği temiz fıtrat olan “Allah’ın boyasıyla boyandık.” demenin uygun olduğu bildiriliyor.

139 – Ve de ki: “Allah hem bizim Rabbimiz, hem de sizin Rabbiniz olduğu halde,

Siz bizimle Allah hakkında mı münakaşa ediyorsunuz?

Bizim yaptıklarımızın karşılığı bize, sizin yaptıklarınızınki ise size ait.

Biz tam bir samimiyetle yalnız O’na bağlıyız.” [10,41; 3,20; 3,67-68]

140 – Yoksa Siz İbrâhim, İsmâil, İshak ve Yâkub’un ve onun evlatlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?

De ki: Siz mi daha iyi bileceksiniz yoksa Allah mı?

Allah’ın, kitabı vasıtasıyla kendisine ulaştırdığı hakikati gizleyenden daha zalim kim olabilir?

Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. [3,67]

Yahudilik özel âyinleri ve düzenlemeleri ile M.Ö. dördüncü asırda şekillenmiştir. Hıristiyanlık Hz. Îsâ’nın dünyadan ayrılıp göğe yükseltilmesinden çok sonra şekillenmiştir. Dolayısıyla bu tarihlerden önce yaşamış olan peygamberlerin, tarihî olarak bu dinlere mensup olmaları mümkün değildir. Hal böyle olunca Kur’ân, Allah nezdinde makbul olmak için, Allah’ın bütün peygamberleri tarafından bildirilen ve bütün çağlarda yaşayan iyi insanların uyduğu evrensel yolu kabul etmelerinin gerekli olduğunu vurguluyor.

141 – İşte onlar bir ümmetti geldi geçti…

Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir!

Siz onların işlediklerinden sorguya çekilmezsiniz.

142 – Akılsız insanlar: Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?” diyecekler.

De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır. O dilediği kimseyi doğru yola yöneltir.

Buharî’nin Berâ (r.a.)’dan naklettiği bir hadiste o şöyle demiştir: “Hz.Peygamber (s.a.s.) Medine’ye ilk teşrifinde, Ensar’dan olan dayılarının yurduna misafir oldu ve on altı, on yedi ay Kudüs’te bulunan Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldı. Halbuki kıblesinin, Mekke’deki Beytü’l-Haram’a doğru olmasını arzu ederdi. Kâbe’ye yönelerek ilk kıldığı namaz, ikindi namazı olmuştu. Bir cemaat da onunla birlikte kıldılar. Ondan sonra, birlikte namaz kılanlardan biri çıktı. Mescidin birinde bulunan bir cemaate, onlar namazda iken uğradı. Onlara “Resulullah (s.a.s.) ile Mekke’ye doğru namaz kıldığıma Allah için şâhitlik ederim.” deyince, onlar namazlarını bozmadan Kâbe’ye döndüler.” Bu mescid, Beni Hârise mescidi olup, Mescid-i Kıbleteyn (iki kıbleli) mescit olarak günümüzde de Medine-i Münevvere’de bulunmaktadır.

Âyetin son kısmı, kıble yönünün, Allah’ın sadece o tarafta olduğu mânasına gelmediğini kesin bir tarzda belirtmektedir.

143 – Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun.

Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbeyi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır.

Gerçi bu oldukça ağır bir iştir. Ancak Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez.

Allah imanınızı zayi edecek değildir.

Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir. [17,82; 41,44; 4,115]

Müslümanlar, Allah’ın hidâyetine tâbi olarak örnek ümmet haline geldiler. Kıblenin değiştirilmesi, önderliğin İsrailoğullarından alınıp İslâm’a verilmesini simgeliyordu. Allah Teâlâ âhirette peygamberlerin hakkı tebliğ ettiklerini belgelemelerini isteyeceği gibi, ümmetten de peygamberlerinden aldıklarını değiştirmeden tebliğ edip etmediklerinin hesabını soracaktır.

Bir hadiste Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Siz Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz, neye şahitlik ederseniz gerekli olur.” Müminler, Allah’ı görüyorcasına yaşama, hâl ve davranışları ile insanlara Allah’ı tanıtma görevindedirler. Öyle ki, onları gören, Allah’ı hatırlamalıdır.

“Ümmetim dalalet üzerinde ittifak etmez.” hadisi icmâ delilinin esas kaynağıdır.

144 – Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz.

Artık müsterih ol, işte memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz!

Haydi yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir!

Siz de ey müminler, nerede olursanız olunuz yüzünüzü oraya doğru çevirin!

Kendilerine kitap verilmiş olanlar, kıbleyi çevirmenin gerçekten Rab’leri tarafından olduğunu bilirler.

Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.

145 – Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü delili de getirsen onlar senin kıblene yönelmezler.

Sen de onların kıblesine dönecek değilsin.

Zaten onların da bazısı bazısının kıblesine yönelmez ki!…

Faraza, sana gelen bunca ilimden sonra onların keyiflerine uyacak olursan,

Bilmiş ol ki, o takdirde sen de zalimlerden olursun! [10,96-97]

146 – Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, onu (Muhammed’i) tıpkı evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar.

Böyle iken, onlardan bir kısmı, bile bile gerçeği gizler.

147 – Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir, bunda hiç tereddüdün olmasın.

Resûlullaha hitaben “Hiç tereddüdün olmasın.” hitabı tehyic kabilindendir. Yoksa, bundan, onun tereddüt ettiği mânasının çıkarılması doğru değildir. İnsanın bir arkadaşına te’kid gayesiyle, o hiç endişe ve merak etmese de:” Hiç endişen olmasın, hiç merak etme, ben hallederim, o iş tamamdır!” kabîlinden söz söylemesi, belagat bakımından yerinde bir iştir.

148 – Herkesin yöneldiği bir yön vardır,

Haydin öyleyse hep hayırlara koşun, yarışın!

Nerede olursanız olunuz, Allah hepinizi bir araya getirir.

Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.

Bu âyet-i kerîme Kur’ân’ın Müslümanların şahsîyetlerini nasıl geliştirdiğini, esasta birleşme ve fazilette yarışma kaydı ile, her bir ferdin değişik bir görüş ortaya koyabileceğini, bunun müminlerin birliğini ve uyumunu bozma yerine daha da güçlendirmesi gerektiğini ifade etmektedir. Vallahu A’lem.

149 – Her nereden yola çıkarsan çık,

(namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür!

Şüphesiz ki böyle yapmak, Rabbin tarafından gelen gerçektir.

Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

150 – Her nereden yola çıkarsan çık, sen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir!

Ve siz de ey müminler! Her nerede olursanız yüzünüzü oraya doğru çevirin ki

Halk aleyhinizde kullanacak bir delil bulamasın.

Yalnız onlardan haksızlık edenler başka!

Siz de onlardan değil, Ben’den çekinin ve o tarafa yönelin ki

size olan nimetlerimi tamamlayayım

ve böylece siz de doğru yolu tutmuş olasınız.

151 – Nitekim, size âyetlerimizi okuması,

Sizi tertemiz hale getirmesi, size kitap ve hikmeti

ve bilmediğiniz nice şeyleri öğretmesi için sizden birini elçi gönderdik. [3,164; 14,28-29; 62,2]

152 – Öyleyse siz Ben’i zikredin ki Ben de sizi anayım.

Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.

153 – Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah’tan yardım dileyin.

Muhakkak ki Allah sabredenlerle bereberdir.

“Namaz müminin miracıdır.” Rûhun huzuru, bedenin temizliği ve intizama girmesi, ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve âhiretle ilgili her türlü mükemmelliği, gerek ferdî gerek toplumsal özellikleri ihtiva eden namaz ile sağlanır. Hz. Peygamberin tavsifi ile “Dinin direği” olan namaz, imanı besler, kulu Rabbine bağlar. Sonsuz elemleri ve emelleri olan âciz insanı, her şeye kadir olan Rabbinin dergâhına ulaştırır.

154 – Allah yolunda öldürülenler hakkında “ölü” demeyin.

Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz.

155 – Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz.

Sen sabredenleri müjdele!

156 – Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musîbet geldiğinde,

“Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” derler.

Böyle demeye, bu âyetten alınan bir kelime ile istirca’ denir. Bu âyet, İslâm ümmetine Allah’ın büyük lütuflarındandır. Özellikle musîbet ve sıkıntı hallerinde “Biz Allah’a âidiz” diyerek mümin malını, canını, her şeyini Allah’a teslim etmekte, bütün kâinatın O’nun yaratıkları olduklarını, O’nun kendi mülkünde dilediği işi yapmasının yerinde olduğunu hatırlar. Kendisini o muazzam kuvvet kaynağına bağlayarak, kazandığı güçle musibetlerin üstesinden gelir.

157 – İşte Rab’leri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır.

Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.

158 – Safa ile Merve Allah’ın belirlediği nişanelerdendir.

Kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret ederse oraları tavaf etmesinde bir beis yoktur.

Her kim de, farz olmadığı halde gönlünden koparak bir hayır işlerse, mükâfatını görür.

Zira Allah şükrün karşılığını verir. O, az amele çok mükâfat veren ve her şeyi bilendir. [4,40]

Müşrikler de Safa ile Merve arasında sa’y ederlerdi. Müşriklerin bunu yapmaları, bu iki tepeyi Allah’ın şeâiri olmaktan çıkarmaz.

159 – İnsanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz aşikâr delilleri ve hidâyeti gizleyenler var ya,

işte onlara Allah lânet ettiği gibi,

Lânet edebilecek herkes de lânet eder.

160 – Ancak onlardan tövbe edip hallerini düzelten ve gerçekleri açıklayanlara gelince: Ben onların tövbelerini kabul ederim.

Zira tövbeleri kabul eden, çok merhametli olan Ben’im.

161 – İnkâr edenler ve inkârcı olarak da ölenler var ya,

İşte Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti hep onların üstünedir.

162 – Onlar bu lânet içinde ebedî olarak kalırlar.

Onların azapları hafifletilmeyeceği gibi,

Kendilerine yeni bir mühlet de verilmez.

163 – Hepinizin İlâhı tek İlahtır.

O’ndan başka tanrı yoktur. O, rahmandır, rahîmdir.

164 – Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda,

Ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda,

Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.

Müşrikler Hz. Mûsa ve Hz. Îsâ (a.s.)’a verilen mûcizeleri öğrenip o kabilden olarak Safa tepesinin altın olmasını mûcize olarak istediler. Allah Teâla: “İstersen yaparım, fakat iman etmezlerse, hiç görülmedik şekilde azap gönderirim.” deyince Efendimiz: “O halde benimle halkımı baş başa bırak, onları yavaş yavaş dine dâvet edeyim.” demesi üzerine bu âyet indirildi. Demek ki bu âyette bildirilen gerçekler Safa tepesinin altın olması gibi harikalardan daha önemlidir. Bu, Kur’ân’ın din konusunda insan fikrini ne güzel eğittiğini göstermeye kâfidir.‑

165 – Öyle insanlar vardır ki, Allah’tan başkasını Allah’a denk tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler.

Müminlerin Allah’a olan sevgileri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir.

Böyle yaparak kendilerine zulmedenler, azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün kuvvet ve kudretin yalnız Allah’a ait olup, Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu, keşke şimdiden bilselerdi! [89,25,26; 6,165]

Bu âyet, ulûhiyyetin en önemli hususiyetlerinden birinin muhabbet yani sevilmek olduğunu gösterir. Bundan dolayıdır ki Kur’ân ıstılahında insan, daha çok “kul” vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen sevginin en ileri derecesini ifade eder. Bu âyet gösteriyor ki, Allah’tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi Allah’ı severcesine seven kimse, Allah’tan başka nid (yani O’na denk tutmuş), sayılmaktadır. Bu, sevgide ortak yapmaktır, yoksa yaratma ve Rab olma vasfında denk saymak değildir. el-Vedûd Allah’ın güzel isimlerinden olup “Yaratıklarını çok seven ve onlar tarafından çok sevilen” demektir.

166 – İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular,

Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi!

167 – Bunun üzerine tâbi olanlar şöyle dediler:

“Ah ne olurdu, elimize bir fırsat geçse de onların bizden uzak durdukları gibi,

Biz de onları bir reddetseydik!

İşte Allah Teâlâ onlara, bütün yaptıklarını, en şiddetli pişmanlıklar halinde gösterecektir.

Onların o ateşten çıkacakları da yoktur. [25,23; 14,18; 24,39; 23,99; 26,102; 32,12; 39, 58; 42,44]

168 – Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yiyiniz;

Fakat şeytanın peşinden gitmeyiniz.

Çünkü o sizin besbelli düşmanınızdır.

169 – O sizi hep çirkin işler ve hayasızlık yapmaya

Bir de Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri iddia etmeye teşvik eder.

170 – Onlara: “Gelin Allah’ın indirdiği buyruklara tâbi olun!” denildiğinde:

“Hayır, biz babalarımızı hangi inanç üzerinde bulduysak ona uyarız.” derler.

Babaları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış olsalar da mı onlara uyacaklar?

171 – İnkârcıları hakka çağıranın durumu, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şeyden anlamayan hayvanlara haykıran çobanın durumuna benzer.

Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bundan ötürü akıllarını kullanıp gerçeği anlayamazlar.

172 – Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların temiz ve helâlinden yiyiniz!

Eğer yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, O’na şükrediniz.

Peşin hükümle kendilerini gerçeğe kapatanlarla, insanlara mahsus iletişim kurmak mümkün değildir. Onlara delil getirmenin faydası olamaz, zira bu hususta hayvandan farkları yoktur.

173 – O size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı.

Kim çaresiz kalırsa bunlardan yemesinde günah yoktur. Allah gafurdur, rahimdir. (günahları çok affeder, merhamet ve ihsanı boldur). [5,3; 6,145; 16, 115]

Çaresiz kalan, zaruret miktarını geçmemek ve başkasının hakkını gasp etmemek şartıyla yiyebilir.

174 – Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip onu birkaç paraya satanlar var ya,

işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz ve onları temize çıkarmaz.

Onlara son derece acı bir azap vardır.

Bazı hahamlar, Peygamberimizin Tevrat’ta bildirilen vasıflarını gizleyip maddî bir karşılık almışlardı. Ayet buna işaret etmektedir.

175 – İşte onlar hidâyeti bırakıp dalaleti, mağfireti verip azabı satın almışlardır.

Bunlar ateşe karşı ne kadar da cür’etlidirler!

176 – Böyle olacaktır: Çünkü Allah kitabı gerçek bir gaye ile hak olarak indirmiştir.

Ve kitap hakkında ihtilâfa dalanlar, haktan pek uzağa düşmüşlerdir.

Bi’l-hakki: Hakkıyla, hak ile, hak olarak demektir. Burada ‘bâ’ edatı konusunda: mülâbese, musahebe veya sebebiyye olmak üzere birkaç ihtimal vardır. Mülabese olursa: hakka mülabis, yani “haklı olarak”, “hak olarak iniş” veya “kitabın tam hakkı verilerek” demek olur. Sebebiye olursa: “bu hak sebebiyle, hakkı açıklamak için veya hak hikmeti ile” demek olur ki, yerine göre bu mânalardan biri tercih olunur.

177 – İyilik (ve hayır), yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir.

Asıl iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden,

Sevdiği malını Allah’ı hoşnud etmek için

Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren,

Namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren,

Sözleştiği zaman sözlerinde duran,

Hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde,

Savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır.

İşte onlardır imanlarında samimi olanlar

ve işte onlardır Allah’ı sayıp günahlardan korunan takvâlılar! [2,285; 4,136; 22,37; 76,8-9; 3,92; 41,7; 13,20]

Bu bir tek âyet İslâm’ın başlıca inanç (akaid), ibadet ve ahlâk esaslarını toplamaktadır. Buna işaret olarak Hz. Peygamber (a.s.m): “Kim bu âyete göre hareket ederse imanını kemale erdirmiş olur.” buyurmuştur.

178 – Ey iman edenler! Öldürülen kimselerin hakkını almak için size kısas farz kılındı.

Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile kısas olunur.

Ama kim, maktûlün velisi tarafından affedilirse kısas düşer.

Bundan sonra, diyeti ona güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gerekir.

Bu esneklik Rabbiniz tarafından bir kolaylık ve lütuftur.

Artık kim bundan sonra karşıdakinin hakkına tecavüz ederse,

Ona son derece acı bir azap vardır.

179 – Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır.

Böylece korunmayı umabilirsiniz.

Kısas hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Gerçi kısasın kendisi, cezayı haketmiş bir hayatı yok etmedir, ama aynı zamanda haksız yere hayatı yok etmeye karşı, hayatın en büyük müeyyidesidir. Kısas gibi caydırıcı bir hüküm, toplum ve kişi hayatının garantisidir. Böylece dünya hayatınızı olduğu gibi âhiret hayatınızı da korursunuz.

180 – Sizden öleceğini hisseden herhangi biriniz, geriye mal bırakacaksa;

Annesi, babası ve akrabaları için, münasip bir tarzda vasiyet etmesi size farz kılındı.

Bu, haksızlık yapmaktan korunan takvâlılar üzerine borçtur. [2,240; 4,7-13.176]

Bu farz, 4,11-12’de miras paylarını kesin olarak bildiren hükümle neshedilmiştir.

181 – Kim bu vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, artık vebali değiştirenlerin boynunadır.

Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.

182 – Vasiyet edenin hataya düşüp haksızlığa kaymasından

veya günaha girmesinden endişe edip ilgililerin arasını bulan kimse, hiçbir vebale girmez. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

183 – Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı.

Böylece umulur ki fenalıklardan korunursunuz.

Orucun sayısız hikmetleri vardır: Mümin topluluk, yanı başındaki nimetlere el uzatmak için, nimet sahibinin iznini bekler. Böylece oruç Allah’ın, kâinatın Rabbi olduğu gerçeğinin daha geniş çapta anlaşılmasını sağlar. İnsanın rûhunu kötü etkilerden, hırslardan korur. Bedenine iyi bir perhiz olarak zararlı maddeleri atmasına vesile olur. İnsanlara açların ve fakirlerin sıkıntılarını tattırarak toplumdaki dengesizlikleri gidermeye katkıda bulunur, Haramlardan uzaklaşmaya vesile olarak, kişinin ebedî hayatını korur. Hülasa bütün bu gayeleri Kur’ân, korunma (ittika) kelimesiyle özetlemiş olmaktadır.

184 – Oruç sayılı günlerdedir.

Sizden her kim o günlerde hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.

Oruç tutamayanlara fidye gerekir.

Fidye bir fakiri doyuracak miktardır.

Her kim de, kendi hayrına olarak fidye miktarını artırırsa bu, kendisi hakkında elbette daha hayırlıdır.

Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

185 – O sayılı günler, Ramazan ayıdır.

O Ramazan ayı ki insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren

Ve hakkı batıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi.

Artık sizden kim Ramazan ayının hilâlini görürse, o gün oruca başlasın.

Hasta veya yolcu olan, tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde oruç tutar.

Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez.

Oruç günlerini tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden ötürü Allah’ı tazim etmenizi ister.

Şükredesiniz diye bu kolaylığı gösterir. [2,200; 62,11]

186 – Kullarım Ben’i senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.

Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.

187 – (Ey kocalar), oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde, eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı.

Eşleriniz sizin elbiseleriniz, siz de eşlerinizin elbiselerisiniz.

Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için yüzünüze bakıp, size bu lütufta bulundu.

Artık bundan böyle onlara yaklaşıp Allah’ın sizin için takdir buyurduğu neslin arayışı içinde olun!

Şafak vaktine, günün ağarması gecenin karanlığından fark edilinceye kadar yiyin için.

Sonra gece girinceye kadar orucu tamamlayın!

Mescidlerde itikâfta bulunduğunuz sırada eşlerinize yaklaşmayın!

Bunlar Allah’ın yasak sınırlarıdır, sakın o hudutlara yaklaşmayın!

İşte böylece Allah insanlara, zararlardan sakınıp korunmaları için âyetlerini iyice açıklar.

Oruç ilk farz edildiğinde, yatsı namazından itibaren ertesi günün orucu başlardı. Bazı Müslümanlar dayanamayıp eşlerine yaklaştılar. Allah Teâlâ bu ayeti indirerek orucun başlangıcının fecir vakti olduğunu bildirdi.

188 – Bir de, birbirinizin mallarını haksız yollarla yemeyin.

Halkın mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, rüşvetlerle hâkimlere koşmayın.

189 – Sana hilâlleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için; özellikle hac için vakit ölçüleridir.

Evlere arka taraftan girmeniz fazilet değildir.

Asıl fazilet, haramlardan sakınan insanın gösterdiği fazilettir.

Öyleyse evlere kapılarından girin.

Allah’a karşı gelmekten sakının ki umduğunuza kavuşasınız. [6,96; 10,5; 17,12]

Hilal ve ayın safhalarını soranlara verilen cevapta, insanların genelinin anlayabilmeleri için hilal’in işlevine dikkat çekiliyor. Ayrıca hac dönüşündeki yanlış bir Cahiliye uygulaması değiştiriliyor.

190 – Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın.

Fakat haksız yere saldırmayın.

Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez. [9,36]

191 – Onları nerede yakalarsanız öldürün.

Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın!

Fitne (dinden döndürmek için işkence yapmak), adam öldürmekten beterdir.

Yalnız, onlar, Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın,

Fakat onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın!

İşte kâfirlerin cezası böyledir. [48,24]

Fitne: Dilde, yabancı maddelerden arıtmak için altını ateşe sokmaktır. Sınama, imtihan etme, işkence, ayrıca musibet, belâ, günah, fesat mânalarına gelebilir. Şirki ve dinsizliği yaymak, dinden döndürmek, Allah’ın haramlarını çiğnemek, asayişi bozmak, vatandan çıkarmak birer fitnedir. Bu âyette hak dinden döndürmek için işkence etmek mânasınadır.

Mekke müşrikleri, ashabdan bazılarına hürmetli aylarda işkence etmişler, onlar da dayanıp şehid olmuşlardı. Bu âyet, böyle bir işkencenin, hürmetli aylara riayet edip etmemeden daha mühim olduğu gerekçesiyle, işkenceyi durdurmak için savaş ilanına cevaz vermiştir. Nüzul sebebi özel ise de, söz fitnenin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti ile karşılaştırılmasını ifade ettiğinden, hüküm geneldir.

192 – Şayet onlar vazgeçerlerse (siz de savaştan vazgeçin). Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

193 – Bu fitne (işkence) ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allah’a mahsus oluncaya kadar onlarla savaşın.

Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. [2,191; 16,126; 42,40]

194 – Haram ay, Haram aya bedeldir.

Hürmetler karşılıklıdır. O halde kim size saldırırsa siz de aynısıyla karşılık verin.

Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah bu sakınanlarla beraberdir.

Haram ay: Saygı gösterilmesi gereken güvenli aylar olup Zilka’de, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.

195 – Allah yolunda malınızı harcayın da, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın!

Çünkü Allah güzel hareket edenleri sever.

196 – Haccı da, umreyi de Allah rızası için tamamlayın!

Eğer engellenecek olursanız, o durumda kolayınıza gelen bir kurban gönderin!

Kurbanlık, yerine varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin!

Aranızda hasta, yahut başından rahatsız olan varsa, ona fidye olarak; oruç tutmak, sadaka vermek, yahut kurban kesmek gerekir.

Hastalık veya yol emniyeti olmaması gibi sebeplerle haccınızın engellenmesinden emin olduğunuz zaman ise,

her kim hacca kadar umre (temettu) yaparak sevap kazanmak isterse, onun da kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir.

Kurbanlık temin edemeyen kimse, üç gün hacda yedi gün de döndüğünüz zaman memleketinde olmak üzere tam on gün oruç tutar.

Bu (temettu’ ve kurban), Harem bölgesinde (Mekke’de) ikamet etmeyenler içindir.

Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının, çetin olduğunu iyi bilin.

Hac: Şartlarına sahib olan Müslümanın, ömründe bir defa hac aylarında ihrama girip kurban bayramı Arefe günü Arafat’ta vakfe yapıp, sonra Kâbe’yi ziyaret etmesidir. Umre ise Kâbe’yi, hac ayları dışında, sünnet kabilinden ziyaret etmektir.

197 – Hac mâlum aylardadır.

Kim o aylarda haccı ifaya azmederse bilsin ki hac esnasında

Ne cinsel yaklaşma, ne günah sayılan davranışlarda bulunma, ne de tartışma ve sürtüşme caiz değildir.

Siz hayır olarak her ne yaparsanız, Allah mutlaka onu bilir.

Azıklanın ve bilin ki azığın en hayırlısı kötülüklerden korunmadır!

Öyleyse Bana karşı gelmekten korunun ey akıl sahipleri! [22,25; 9,36]

Buradaki “korunma” başlıca iki tarzda tefsir edilir: 1- Başkalarına yük olmaktan ve istemek zilletinden korunma, 2- Genel olarak Allah’ın razı olmadığı her türlü halden korunma

198 – Hac mevsiminde ticaret yaparak, Rabbinizden size gelecek kâr ve yarar taleb etmenizde size bir vebal yoktur.

Arafat’ta vakfeden ayrılıp sel gibi Müzdelife’­ye doğru akın ettiğinizde, Meş’er-i Haram’da Allah’ı zikredin.

O size nasıl güzelce doğru yolu gösterdiyse, siz de öyle güzel bir şekilde O’nu zikredin!

Bilirsiniz ki, O’nun yol göstermesinden önce siz yolu şaşırmış kimselerdendiniz.

Arefe günü vakfeden sonra güneş batınca Arafat’tan Müzdelife’ye doğru akın edilir. Meş’ar-i Haram Müzdelife’dedir. Müzdelife’de akşam ve yatsı namazları birlikte kılınır. Gece orada geçirilerek, bayramın birinci günü sabah namazının peşinden Mina’ya doğru hareket edilir, orada kurban kesilip, Kâbe tavaf edilerek ihramdan çıkılır.

199 – Sonra, insanların sel gibi aktığı yerden siz de akın edin ve Allah’tan af dileyin! Çünkü Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

200 – Hac ibadetlerinizi tamamlayınca, vaktiyle atalarınızı anıp onlarla öğündüğünüz gibi,

Hatta daha fazla, daha hürmetle Allah’ı anın!

Bazı kimseler: “Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!” derler.

Bunların âhirette nasipleri yoktur.

Haccı tamamlayınca araplar Mina’da toplanıp, bilhassa atalarının yaptıkları işleri anlatarak övünmeyi âdet edinmişlerdi. Bu âyet ona bedel Allah’ı zikredip O’nun hidâyetini anlamak, onun eserlerini tefekkür, nimetlerine şükretmeye teşvik ediyor.

201 – Bazıları da, “Ey Yüce Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver,

Ve bizi cehennem ateşinden koru!” derler. [22,72]

202 – İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla görürler.

Allah hesabı çok çabuk görür.

203 – O sayılı günlerde tekbir getirerek Allah’ı zikredin!

Kim acele edip iki günde dönerse ona vebal yoktur.

Kim geri kalırsa, günahlardan korunduğu takdirde, ona da vebal yok.

Allah’a karşı gelmekten korunun ve bilin ki

Hepiniz neticede diriltilip O’nun huzurunda toplanacaksınız!

Sayılı günler: teşrik günleridir. Teşrik: yüksek sesle tekbir almaktır. Bu günler, kurban bay­ramının Arefe günü sabahından 4. günü ikindi vaktine kadardır. (9-13 Zilhicce) Sadece bayramın 2, 3 ve 4. günleri olarak da tefsir edilmiştir.

204 – İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider.

Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir.

Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır.

205 – Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır,

Ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır.

Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez.

Bu âyette ülkenin istikbalinin en önemli iki rüknüne dikkat çekilmektedir. Maddî hayatın, ekonomik hayatın esası ürün, manevî hayatın esası ise yeni nesillerin iyi yetiştirilip eğitilmesidir.

206 – O adama: “Allah’tan kork da fesat çıkarma!” denildiğinde,

Kendini benlik ve gurur kaplar ve bu, onu daha fazla günaha sürükler.

Böylesinin hakkından cehennem gelir.

Gerçekten ne fena yataktır o cehennem!

207 – İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder.

Allah da kullarına pek merhametlidir.

208 – Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin!

Çünkü o, sizin aranızı açan belli bir düşmandır.

209 – Eğer size bunca gerçekler, açık deliller geldikten sonra haktan ayrılırsanız,

İyi bilin ki: Allah azîz ve hakîmdir (son derece güçlü, tam hüküm ve hikmet sahibidir).

210 – Şeytanın peşinden gidenler ne bekliyorlar?

Onlar (akılları sıra), buluttan gölgelikler içinde Allah’ın ve meleklerin gelip,

Haklarındaki hükmün verilmesini, işlerinin bitirilivermesini mi bekliyorlar?

Bütün işler ve hükümler Allah’a aittir. (O insanların keyfine göre iş yapmaz, Kendi bildiğini işler). Yahudilerde Allah’ın ceza hükmünün gelmesi hakkında böyle bir tasavvur bulunmaktadır.

211 – İsrailoğullarına sor, onlara nice açık belgeler verdik!

Her kim, Allah’ın kendisine lütfetmiş olduğu nimeti değiştirirse, iyice bilsin ki Allah’ın cezası pek şiddetlidir. [14,28]

212 – Kâfirlere dünya hayatı süslü gösterildi; Bu yüzden iman edenlerle eğlenirler.

Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyamet günü öbürlerinin üstündedir.

Allah dilediğine hesapsız nimetler verir.

213 – Bütün insanlar bir tek ümmet teşkil ediyorlardı.

Aralarında ihtilâflar başlayınca, Allah onlara içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi.

Onların beraberinde, insanlar arasında hükmetmek için, kitap ve hikmeti gönderdi ki, ihtilâf ettikleri konularda aralarında hükmetsin.

Halbuki, o meselelerde anlaşmazlığa düşenler, kendilerine apaçık âyetlerimiz geldikten sonra,

sırf aralarındaki haset yüzünden ihtilâfa düşen Ehl-i kitaptan başkası değildi.

Allah da, onların hakkında ihtilâf ettikleri gerçeği, Kendi izni ile bu iman edenlere bildirdi.

Öyle ya, Allah dilediğini doğru yola eriştirir. [10,19]

İnsanlar dünyaya geldikleri ilk andan itibaren dinsiz ve toplumsuz yaşamış değildirler. Allah insan toplumlarını irşad edecek peygamberler ve kitaplar göndermiş, fakat zamanın geçmesiyle insanlar ihtilâfa düşünce yeni peygamberler görevlendirmiştir. Neticede, çeşitli milletlere anlatılan hakikat tekrar anlaşılmaz olunca, bütün milletlere, bütün insanlığa hakkı anlatacak, hepsini “müşterek hak söze” (Ali İmran, 64) dâvet edecek son Peygamberin zuhur ettiğini bu âyet bildirmektedir.

214 – Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?

Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki,

Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler.

İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.

Bu âyet, ilâhî terbiye metodunu açıklamaktadır. Allah’ın rızası ve cenneti ucuz değildir. Gayret, sabır ve sebat imtihanlarından geçmek, böylece pişip bir kıvama ermek gerekir. Allah bu dünyaya sa’y (çalışma) kanununu koymuştur, atalete ve gevşemeye yer yoktur. İşlemeyen demir pas tutar çürür, işleyen demir ışıldar. Dünya rahat yeri değil, hizmet yeridir. Mükâfat yurdu ise âhirettir. Rahat yeri olsaydı Allah en seçkin kulları olan Peygamberlerini burada rahat ettirirdi. Âyet, başta Asr-ı saadetteki ashab olarak, kıyamete kadar gelecek müminlerin himmetlerini kamçılamaktadır.

215 – Sana Allah yolunda kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar.

De ki: İnfak edeceğiniz mal anne baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış gariplere verilmelidir.

Hayır olarak daha ne yaparsanız Allah muhakkak onu bilir.

216 – Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı.

Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur.

Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur.

Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217 – Sana haram ayda savaşmanın hükmünü sorarlar.

De ki: “O ayda savaşmak büyük bir günahtır.

Fakat insanları Allah yolundan engellemek,

Allah’ı inkâr etmek,

Mescid-i Haram’ı ziyareti yasaklamak,

o mescidin cemaatini yani Müslümanları oradan çıkarmak ise,

Allah nazarında daha büyük günahtır.

Dinden döndürmek için işkence, öldürmekten beterdir.

Kâfirler, ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar.

Sizden her kim dininden döner ve kâfirlikte devam ederek ölürse, işte onların dünyada da,

âhirette de yaptıkları boşa gider.

Bunlar cehennemlik olup orada ebedî kalacaklardır. [2,194]

218 – İman edip (gerektiğinde) Allah yolunda hicret ve cihad edenler var ya, işte bunlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

219 – Sana şarap ve kumar hakkındaki hükmü sorarlar.

De ki: İkisinde de hem büyük günah, hem de insanlara bazı menfaatler vardır.

Fakat günahları faydalarından daha çoktur.

Bir de senden hayır olarak ne harcayacaklarını sorarlar.

De ki: İhtiyacınızdan artanı harcayın.

Böylece Allah size âyetlerini açıklıyor ki dünya ve âhiret hakkında düşünesiniz. [5,90,91; 4,43]

 Sarhoş edici içkilerle kumar hakkında açık yasaklama bu âyetle başlamıştır. Daha sonra sarhoşken namaz kılma yasaklanmış (4,43), nihaî olarak da kayıtsız olarak haram kılınmıştır (5,90-91).

220 – Sana yetimler hakkında da soru sorarlar.

De ki: Onların gerek kendilerini, gerek mallarını iyileştirip geliştirmek, elbette hayırlı bir iştir.

Eğer onlara sahip çıkmak için kendileriyle beraber oturmak isterseniz bu da mümkündür; Zira onlar sizin kardeşlerinizdir.

Allah kimin iyileştirme gayesi güttüğünü, kimin de işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir.

Şayet Allah dileseydi sizi zora koşardı. Muhakkak ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

221 – Müşrik kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyin!

Mümin bir cariye, hoşunuza giden hür bir müşrik kadından daha hayırlıdır!

Mümin kadınları da, onlar iman etmedikçe, müşriklere nikâhlamayınız;

Mümin bir köle hoşunuza giden hür bir müşrikten daha hayırlıdır.

Müşrikler sizi cehenneme dâvet ederler. Allah ise sizi Kendi izniyle, cennete ve mağfirete dâvet eder

ve üzerinde düşünüp gerekli dersi alsınlar diye âyetlerini insanlara açıklar. [2,96; 5,5; 60,10]

 222 – Bir de sana kadınların ay halini sorarlar.

De ki: Bu, bir rahatsızlıktır, Onun için, âdet sırasında kadınlardan geri durun ve onlar temizleninceye kadar, kendilerine cinsel yaklaşmada bulunmayın!

Temizlendikten sonra, Allah’ın izin verdiği şekilde onlara yaklaşın!

Allah tövbe ile kendisine dönenleri sever, temizlenenleri de sever.

Cahiliye Arapları ve Yahudileri âdet gören kadınlarla birlikte durmaz, beraber yemek bile yemezlerdi. Hıristiyanlar ise ay haline hiç önem vermez, cinsel ilişkide bile bulunurlar. İslâm istikamet ve itidali gösteriyor. Bir nevi hastalık olan o durumda, cinsel ilişkiden kadınları uzak tutup istirahat ettirir. Namaz ve oruçla yükümlü tutmaz.

223 – Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın.

Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın!

Allah’ın haram kıldığı şeylerden korunun ve O’nun huzuruna varacağınızı iyi bilin! (Ey Resulüm)! müminleri müjdele!

Sadece şehvet gidermeyi değil, iyi yetişmiş, hayırlı evlat sahibi olmayı hedefleyin. Âyet, soyu devam ettirmenin yanında, çocukları iyi yetiştirmek için birçok zorluklara katlanılacağını da hatırlatmaktadır.

224 – Bir de Allah adına yemin ederek; iyilik etmeye, günahlardan uzak durmaya ve insanların arasını düzeltmeye O’nun adını engel yapmayın.

Allah hakkıyla işitir ve bilir. [24,22; 5,89]

Kasden veya istemeyerek kasdî olmaksızın ağızdan çıkan yeminler, meşrû görevlere engel yapılamaz. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse bir şey hakkında yemin eder de sonra ona aykırı davranmayı daha hayırlı görürse, o hayırlı şeyi yapsın ve yemininden ötürü keffaret versin.”

225 – Allah sizi yeminlerinizdeki yanılmadan dolayı kınamaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlere uymazsanız sizi sorumlu tutar. Allah çok affedicidir, cezayı çabuklaştırmaz (tövbe için fırsat tanır).

226 – Eşlerine yaklaşmamaya yemin eden kocaların, dört ay bekleme hakkı vardır.

Şayet kocaları bu süre bitmeden eşlerine dönerlerse bunda mahzur yoktur. Çünkü Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.

Cahiliye arap erkekleri, kadınları sıkıştırmak için yaklaşmamaya yemin eder ve süresiz olarak perişan vaziyette bırakırlardı. Buna îla denir. Kur’ân îlanın azamî süresini dört ay olarak sınırladı. Bu süre içinde birleşme kapılarını açtı: erkek keffâret vererek eşine dönebilir. Fakat dönmemeye kararlı ise, dört ay sonunda eşini boşamak zorundadır.

227 – Yok eğer boşanmaya azmederlerse, bilsinler ki Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.

228 – Boşanmış kadınlar kendilerini tutup yeni bir nikâh yapmadan önce üç âdet beklesinler!

Allah’a ve âhirete iman ediyorlarsa, kendi rahimlerinde Allah’ın önceki evlilikten yaratmış olduğu çocuğu veya hayızı gizlemeleri onlara helâl olmaz.

Kocaları gerçekten barışmak istiyorlarsa, bu iddet müddeti içinde onları tekrar almaya başkalarından daha çok hak sahibidirler.

Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû çerçevede hakları vardır.

Şu kadar ki erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır.

Unutmayın ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir. [4,34; 65,1-4]

229 – Boşama hakkı iki defadır.

Bundan sonra yapılması gereken ya meşrû tarzda güzelce birlikte yaşama yahut eşini güzellikle salıvermedir.

Ey kocalar, boşama sırasında eşinize daha önce vermiş olduğunuz mehirden herhangi bir miktar geri almanız size asla helâl olmaz;

Fakat Allah’ın koyduğu hudutlarda durmayacaklarından endişe etmeleri hali bunun dışındadır.

Şayet siz de onlar gibi, onların Allah’ın koyduğu hudutlarda duramayacaklarından (evlilik hukukuna riayet edemeyeceklerinden) endişe ederseniz, bu durumda kadının, ayrılmak için meşrû çerçevede hakkından bir şey vermesinde, her ikisi için de bir vebal yoktur.

İşte bunlar Allah’ın tayin ettiği sınırlardır ki sakın onları aşmayasınız. Her kim Allah’ın hudutlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Kadının mal karşılığı ayrılma talebinde bulunmasına hul’ veya muhala’a denir. Cemile, kocası Sabit b. Kays’ı sevemiyordu. Hz. Peygambere gelip: “Vallahi dininde, ahlâkında bir kusurunu görmüyorum. Ancak İslâm’dan sonra küfre dönmek istemiyorum” deyip ayrılma talep etmişti. Bu âyetin inmesi üzerine, kocasından mehir olarak aldığı bahçeyi geri verip hul’ olmuştu.

230 – Eğer koca eşini ikinci talaktan sonra üçüncü defa boşarsa, artık başka bir kocaya varıp ondan boşanmadıkça, o kadın ilk kocasına helâl olmaz.

Ama bu ikinci kocası kendi rızasıyla onu boşar ve kadın ile ilk kocası Allah’ın koyduğu evlilik hukukunu yerine getireceklerine inanırlarsa, nikâhla bir araya gelmelerinde bir günah yoktur.

İşte bunlar Allah’ın belirlediği hudutlardır ki, bilmek isteyenler için O bunları beyan buyurmaktadır.

231 – Ey kocalar! Eşlerinizi boşar, onlar da iddetlerini bitirirlerse, artık ya onları iyilikle yanınızda tutar, yahut güzellikle salıverirsiniz!

Onların hukukuna tecavüz etmek kasdıyla zarar vermek için eşlerinizi alıkoymayın!

Kim böyle yaparsa kendine zulmetmiş olur.

Sakın Allah’ın âyetlerini şakaya almayın!

Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetleri

ve sizi irşad etmek gayesiyle indirmiş olduğu kitap ve hikmeti hatırlayın, dile getirin,

Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bildiğini pek iyi bilin!

Koca, eşini boşadıktan sonra, evliliği devam ettirme gayesi ve ümidi yoksa, onu serbest bırakmalıdır ki bir iddetle kurtulsun. Yoksa sırf ona zarar vermek için ilk iddetin sonunda tekrar ona dönüp yine boşamak sûretiyle iki veya üç kere iddet beklemeye mecbur bırakmak haram kılınıyor.

232 – Karılarınızı boşayıp da onlar da iddetlerini tamamladıklarında, kendi aralarında meşrû surette anlaşmaları durumunda, boşayan kocaları ile tekrar nikâhlanmalarını engellemeyin!

Sizden Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere bu ayetlerle öğüt veriyor.

Böyle yapmak, sizin için daha hayırlı, daha nezihtir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.

İddet bitiminden sonra eşler tekrar nikâhlanmak isterlerse, kadının akrabaları eski kocasına dönmesini engellememelidirler. Ayrıca koca da üçüncü kere boşadığı eşinin iddeti dolduktan sonra başka bir erkekle evlenmesine mani olmamalıdır. Ma’kıl ibn Yesar’ın eniştesi kız kardeşini boşadıktan sonra tekrar nikahlamak istediğinde o, buna mani olmak istemiş, bu ayet indirilince Allah’ın hükmüne boyun eğmişti.

233 – Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirsinler. Bu, emzirmeyi mükemmel şekliyle uygulamak isteyenler içindir.

Annelerin, münasip şekilde yiyeceğini giyeceğini sağlamak, babanın görevidir.

Hiçbir kimse takatinin dışında bir görevle yükümlü tutulamaz.

Çocuk yüzünden ne annesi, ne de babası zarar görmemelidir.

Bu yükümlülük, babanın varisine de düşer.

Fakat anne baba aralarında görüşüp anlaşmaya vararak, iki yıldan önce, çocuklarını sütten kesmek isterlerse, kendilerine bir vebal yoktur.

Şayet çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz,

Kendilerine vereceğiniz ücreti münasip tarzda ödemek şartı ile, bunda da size vebal yoktur.

Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir. [65,7]

“Babanın varisi”nden maksat, küçük çocuktur. Dolayısıyla çocuğun malına nezaret eden velisi bu malından onun için harcamada bulunur.

234 – Sizden vefat eden erkeklerin eşlerinin evlenebilmeleri için dört ay on gün iddet beklemeleri gerekir.

Onlar bu sürelerini tamamladıktan sonra, meşrû surette kendi haklarında verecekleri karardan ötürü size bir sorumluluk yoktur. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

Kocası vefat eden kadın, dört ay on gün süre ile görücüye çıkmaz, süslenmez, başka erkeğe nikâh edilmez. Bu süreyi kocasının evinde geçirmesi gerekir. Gerek boşanma, gerek ölüm sebebiyle ayrılmadan sonra, iddet bekleme zorunluluğu, hem kadın, hem de onun yakınları için bir teselli ve alıştırma devresi olması sebebiyle, psikolojik yönden faydalı bir uygulamadır.

235 – Sizden bu hanımlarla evlenmeyi düşünenlerin bu müddet esnasında, onlara bu niyetlerini çıtlatmalarında veya gönüllerinde tutmalarında bir beis yoktur.

Allah sizin onları hatırınızdan geçireceğinizi pek iyi bilmektedir.

Ancak meşrû sözler dışında, onlarla gizlice buluşma hususunda sözleşmeyin!

Bekleme süresi sona ermeden nikâh akdine girişmeyin!

Allah’ın içinizde saklı olan her şeye hakkıyla vakıf olduğunu bilerek O’nun emrine aykırı davranmaktan sakının!

Hem de bilin ki Allah çok affedici, çok müsamahalıdır, cezayı çabuklaştırmaz. [27,74; 60,1]

236 – Henüz kendilerine dokunmadan veya mehir belirlemeden kadınları boşamanızda size günah yoktur.

Zengin kudretince, eli dar olan, kendi halince olmak üzere onlara münasip tarzda müt’a versin.

İyiliği şiar edinenlere, bunu yapmak bir borçtur.

Müt’a: Kocanın, bütçesinin elverdiği hediyeye denilir.

237 – Bir mehir belirlemiş olarak, kendilerine dokunmadan eşlerinizi boşarsanız, bu takdirde belirlediğiniz mehrin yarısını vermeniz gerekir.

Ancak eşler yahut nikâh bağı elinde bulunan kocalar, gözü tok davranırsa başka! (Bu durumda kadın mehrinden vazgeçebilir veya erkek mehrin tamamını verebilir).

Ey kocalar, sizin bağışlamanız (müsamaha gösterip mehrin tamamını bırakmanız) takvâya daha uygun düşer!

Birbirinize lütuf ve mürüvvet göstermeyi unutmayın. Allah sizin bütün işlediklerinizi gö­rür.

238 – Namazlara, hele salat-ı vustaya dikkat edin ve kalkıp huşû ile Allah’ın huzurunda durun.

Salat-ı vustâ hakkında farklı görüşler vardır. Beş vakit namazdan, cuma veya kuşluk namazlarından her biri olma ihtimali üzerinde durulmuştur.

Fakat çoğunluk, ikindi namazı olduğu kanaatindedir. Zira ikindi namazı beş vaktin tam ortasındadır. Gece ve gündüz meleklerinin toplanma zamanıdır. Ayrıca günlük meşgalelerin en çok olduğu zamana rastlar. Esasen bir hadis de ikindi namazı olduğunu ifade etmektedir.

Fakat Kur’ân, müphem bırakmakla, bütün namazlara dikkatle devama teşvik etmek istemiştir. Zira beş vakit namazdan her birinin, cuma ve kuşluk namazlarının “salat-ı vusta” olma ihtimali mevcuttur.

239 – Eğer bir korku halinde iseniz, yaya olarak veya binek üzerinde namaz kılın!

Fakat güvenliğe çıktığınızda, bilmediğiniz şeyleri size öğreten Allah’ın öğrettiği gibi ibadetinizi ifa edin!

240 – Sizden, geride eşlerini bırakarak vefat edecek kocalar,

eşlerinin bir yıl süre ile evden çıkarılmayıp bıraktıkları maldan geçimlerini sağlayacak şekilde vasiyette bulunsunlar.

Şayet bunlar kendiliklerinden çıkarlarsa bu durumda meşrû surette yapacakları şahsî davranışlarından dolayı size vebal yoktur. Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

241 – Boşanmış eşlere de örfe göre gönüllerini alacak hediye vermek gerekir. Bu, haksızlıktan sakınan takvâlılara bir borçtur.

242 – Böylece, düşünesiniz diye Allah size âyetlerini iyice açıklar.

243 – Baksana, sayıları binlerce olmasına rağmen ölüm korkusuyla diyarlarını terkedip çıkan kimselere!

Allah onlara:“Ölün!” dedi sonra onları diriltti.

Doğrusu Allah insanlara lütûfkârdır, fakat insanların çoğu şükretmezler.

Bunlar hakkında kesin olmayan rivayetler vardır. Mühim olan şudur: Burada Cenab-ı Allah, bütün bunları hatırlatırken ölümden, Allah’ın hükmü olan vazifeden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığını ve böyle yapanların, korktuklarına daha çabuk ve daha fecî bir şekilde uğrayacaklarını, hülasa Allah’ın hükmünden kurtulmak için ne ölümden kaçmanın, ne de ölüme koşmanın akıl işi olmadığını bildirmek istemiştir.

244 – Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah her şeyi işitir, her şeyi hakkıyla bilir!

245 – Kimdir o yiğit ki Allah’a güzelce ödünç verir, Allah da onun verdiğinin mükâfatını kat kat artırır.

Allah rızkı kısar da, bollaştırır da.

Zaten hepiniz döndürülüp O’na götürüleceksiniz. [5,12; 57,11.18; 64,17; 73,20]

246 – Mûsâ’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerine dikkat ettin mi?

O vakit onlar aralarındaki Peygambere:

“Ne olur, bize bir hükümdar tayin et, biz de Allah yolunda cihad edelim!” demişlerdi.

O cevaben: “Ya savaşma emri size farz kılınır, siz de savaşmazsanız?” deyince

onlar: “Ne diye Allah yolunda cihad etmeyelim ki

vatanlarından çıkarılan biz,

çoluk çocuğundan ayrı düşenler yine biziz!” dediler.

Fakat savaşma kendilerine farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, hepsi dönüverdiler.

Allah o zalimleri pek iyi bilir.

Bu olay, müminlere cihadın zorluklarını anlatmak, dolayısıyla onları bu işi omuzlamaya hazırlamak için anlatılmaktadır. İşaret edilen durum, muhtemelen Samuel I. Peygamberle il­gi­li­dir. m.ö. 1000 yıllarında Amalika’lılar İsrailoğullarına saldırıp ülkelerinin bir kısmını işgal etmişlerdi. Halk SamueI l.’e başvurmuştu.

247 – Peygamberleri onlara dedi ki: “Allah size hükümdar olarak Talut’u tayin etti.”

Onlar ise: “Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken nasıl olur da o bize hükmedebilir ki!

Üstelik servetten de nasibi fazla değil!” dediler.

Peygamber şöyle cevap verdi: “Allah onu size üstün kıldı, ona geniş ilim ve sağlam bir vücut verdi.

Allah hakimiyeti dilediğine verir.

Allah’ın lütfu boldur, her şey gibi kabiliyet ve liyakatlari de bilir.

248 – Peygamberleri devamla şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alâmeti, size içinde Rabbinizden bir sekîne ile

Mûsâ ve Harun’un manevî mirasından bir bakiyyenin bulunduğu

ve meleklerce taşınan bir sandığın gelmesidir.

Eğer iman etmeye niyetli iseniz bunda, elbette sizin için delil vardır.

249 – Talut ordusunu harekete geçirip sefere çıkınca askerlerine şöyle dedi:

“Allah sizi, bir ırmakla imtihan edecektir: İmdi onun suyundan içen benden sayılmayacak;

Sadece avucuyla aldığı miktar muaf olmak üzere,

Kim onun suyunu içmezse o da benden sayılacaktır.”

Derken onların pek azı hariç, varır varmaz ondan içtiler.

Talut ile yanındaki müminler ırmağı geçince

O vakit beri yanda kalanlar “Bugün bizim Câlut ve ordusuna karşı duracak takatimiz yoktur” dediler.

Ölümden sonra diriltilip Allah’ın huzuruna çıkacaklarını bilenler ise şöyle dediler:

“Nice küçük topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle, büyük topluluklara galip gelmiştir!

Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.”

250 – Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki:

“Ya Rabbenâ, üstümüze (gürül gürül) sabır yağdır,

Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!”

251 – Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar.

Dâvud Câlut’u öldürdü,

Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediği birçok şey öğretti.

Eğer Allah bazı insanların şerrini bazıları ile önlemeseydi dünyadaki nizam bozulurdu.

Lâkin Allah âlemlere büyük lütuf ve inayet sahibidir. Allah insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması sırf rahmet ve hikmettir. Fakat bu iradeler serbest bırakılır da birbirleriyle ölçülü hale getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışırlar.

Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur. O zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün nizamı bozulur. Ama Allah bu bozulmaya razı olmaz. Düzenin, bozukluğu ortadan kaldırması için, hayırlı insanların, bozgunculuk çıkaranları defetmeleri lâzımdır.

252 – İşte bunlar Allah’ın âyetleri olup Biz sana onları dosdoğru bildiriyoruz.

Sen elbette resûllerdensin.

253 – Biz, o peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık.

Allah onlardan bazısına hitap buyurdu, bazısını birçok derecelerle yükseltti.

Meryem’in oğlu Îsâ’ya da o açık belgeleri, mûcizeleri verdik ve onu Rûhulkudüs ile destekledik.

Eğer Allah dileseydi, onların peşlerinden gelenler kendilerine açık delillerin gelmesine rağmen, birbirleriyle savaşmazlardı.

Lâkin ihtilâfa düştüler de onlardan bir kısmı iman, bir kısmı ise inkâr etti.

Şayet Allah dileseydi onlar birbirleri ile savaşmazlardı, lâkin şu var ki Allah dilediği her şeyi yapar. [17,55]

254 – Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin, ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, size nasip ettiğimiz şeylerden harcayın! (Sorumsuz kâfirler gibi davranmayın! Çünkü)

Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. [2,101]

255 – Allah o İlâhtır ki Kendisinden başka ilâh yoktur.

Haydır, kayyûmdur kendisini ne bir uyuklama, ne uyku tutamaz.

Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.

İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine?

Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir.

Mahlûklar ise O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.

O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır.

Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na ağır gelmez, O öyle ulu, öyle büyüktür. [19,93-95; 53,26; 21,28; 20,110]

Hay: Her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi.

Kayyûm: Kendi zâtı ile var olup, zeval bulmayan ve bütün kâinatı varlıkta tutup onları yöneten, demektir.

Bu âyete Âyetü’l-kürsî denilir. Bu âyet, Allah’ın hükümranlığının son derece açık ve özet bir anlatımını ihtiva eder. Fazilet ve sevabına dair hadisler vardır. Ezcümle: “Kur’ân’da en büyük âyet, Âyetü’l-kürsî’dir. Bunu kim okursa Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. İçinde okunduğu evi şeytan otuz gün terk eder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez. Ey Ali! Bunu evladına, ailene ve komşularına öğret”

256 – Dinde zorlama yoktur.

Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur.

Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse,

işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.

Tağut: Azgınlık mânasına gelen bir masdardır. Belagatta sıfat yerine masdar kullanmak, o sıfatla nitelendirmenin pek ileri bir derecede olduğuna delalet eder. Biri hakkında “güzel” demekle, bir başkası hakkında “güzelliğin ta kendisi” demek arasındaki fark pek bârizdir. Allah’tan başkasına ibadet edene tağî (âsi, azgın) denir. Ama azgınlığın ta kendisi kesilmiş, kendisini tanrılaştırıp başkalarını kendisine kul yapmak isteyen ise “tağut” olur. [39,17]

Dini, kişinin kendi tercihi ile seçmesi gerekir. Dinin özelliği zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır.

257 – Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.

İnkâr edenlerin dostları ise tağutlar olup onları aydınlıktan karanlıklara götürürler.

İşte onlar cehennemlik kimselerdir ki orada ebedî kalacaklardır. [5, 16; 6,1-153; 14,1.5; 33, 43; 57,9; 65,11]

Velî: Hâmi, koruyucu, dost, yönetici, bir kimsenin işlerini üstlenen, destekleyip yardım eden mânalarına gelir.

258 – Allah kendisine hükümdarlık verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışan kişinin haline bir baksana!

İbrâhim ona: “Benim Rabbim hayatı veren ve hayatı alandır.” deyince O: “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” dedi.

Bunun üzerine İbrâhim: “İşte Allah Güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen de batıdan doğdur bakalım!”der demez kâfir donakaldı.

Zaten Allah zalimleri hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz. Rivayete göre Nemrut hapis­haneden iki adam getirterek birini öldürüp öbü­rünü hayatta bıraktıktan sonra, demagoji kabilinden böyle söylemişti. Fakat Güneş deliline karşı hiç bir şey söyleyemedi.

259 – Yahut şu kimsenin hali gibi ki o bir şehre uğramıştı.

Şehrin binaları çökmüş, ıpıssız yatıyordu.

“Allah burayı bu ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi.

Bunun üzerine Allah onu yüz yıl boyunca öldürüp sonra diriltti.

“Ölü vaziyette ne kadar kaldın?” diye sorunca o: “Bir gün veya daha az” diye cevap verdi.

Allah ona: “Hayır! yüz sene kaldın.

İşte yiyeceğine ve içeceğine bak henüz bozulmamış.

Bir de merkebine bak! (Kemikleri nasıl birbirinden ayrılmış). Seni de insanlara canlı bir delil yapmak için öldürüp dirilttik.

Hele o kemiklere dikkat et, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz!”

Böylece işin gerçeği kendisine tam mânasıyla belli olunca:

“Artık pek iyi biliyorum ki Allah her şeye kadirdir.” dedi.

260 – Bir vakit de İbrâhim: “Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?” demişti.

Allah: “Ne o, yoksa buna inanmadın mı?” dedi.

İbrâhim şöyle cevap verdi: “Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.” Allah ona: “Dört kuş tut, onları kendine alıştır. Sonra kesip her dağın başına onlardan birer parça koy.

Sonra da onları çağır! Koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).

261 – Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her başağında yüz tane bulunan bir tanenin haline benzer.

Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir. Allah’ın lütfu geniştir, ilmi her şeyi kaplar.

262 – Mallarını Allah yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenler, rahatsızlık vermeyenler yok mu,

işte onların Rab’leri katında mükâfatları vardır.

Onlara hiçbir endişe yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.

263 – Bir tatlı söz, bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen maddî yardımdan (sadakadan) çok daha iyidir.

Zira Allah ganî ve halîmdir (sizin sadakalarınıza muhtaç değildir, çok müsamahalı olup cezayı çabuk vermez).

264 – Ey iman edenler! yardım ettiğiniz kimselere minnet etmek ve incitmek sûretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın!

Allah’a da, âhirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin!

Onun durumu, üzerinde azıcık toprak bulunan kaygan bir kayanın durumuna benzer ki, şiddetli bir yağmur iner inmez toprağı kayıverir, cascavlak kalır.

Öyleleri işledikleri hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemezler.

Zira Allah inkârcıları emellerine kavuşturmaz. [4,38.142]

265 – Allah’ın rızasını kollamak

Ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için

Mallarını harcayanların durumu ise,

Bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer.

Bir bahçe ki ona bol yağmur yağar, meyvelerini iki kat verir.

Bol yağmur düşmese de hafif bir yağmur, bir çisinti de yetişir.

Allah ne yaparsanız hepsini görür.

266 – Sizden herhangi biriniz hiç arzu eder mi ki:

Kendisinin hurmalığı ve üzüm bağı bulunsun,

Bahçede dereler akıyor, içinde her türlü mahsulatı bulunuyor.

Ama kendisinin üstüne de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güçleri yetmez, bakıma muhtaç küçük çocukları var.

Derken… ateşli bir kasırga kopsun da bağı kasıp kavursun?

İşte Allah âyetlerini size böyle apaçık bildirir. Olur ki iyi düşünürsünüz. [59,21]

267 – Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin için çıkardığımız nimetlerin iyi olanlarından Allah yolunda harcayın!

Siz göz yummadan, gönlünüze yatmaksızın almayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın!

İyi bilin ki: Allah ganidir, hamîddir (kimseye ihtiyacı yoktur, bütün övgülere layıktır). [22,37]

268 – Şeytan sizi (hayırda harcamakla) muhtaç olacaksınız diye korkutur, sizi cimriliğe ve çirkin şeylere teşvik eder.

Allah ise Kendi katından bir af ve lütuf vaad buyurur.

Allah’ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilir.

269 – O hikmeti dilediğine verir.

Kime hikmet nasib edilmişse, doğrusu ona pek çok hayır verilmiştir. Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.

270 – Hayır olarak harcadığınız her şeyi, adadığınız her adağı, Allah mutlaka bilir ve mükâfatını verir.

Fakat zalimlerin âhirette yardımcıları olmaz.

271 – Allah rızası için yaptığınız maddî yardımlarınızı açıkça verirseniz ne güzel!

Ama bu hayırlarınızı saklı tutar ve muhtaçlara ulaştırırsanız,

Bu sizin için daha hayırlı olur

Ve Allah bu sebeple bir kısım günahlarınızı affeder.

Allah, yaptığınız bütün şeylerden haberdardır.

Zekâtı açıktan, diğer yardımları ve sadakaları ise gizli vermek en iyisidir. Aynı prensip diğer ibadetler için de geçerlidir. Farzlar, teşvik için, açıktan yapılmalıdır.

272 – Onları hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini doğru yola getirir.

Hayır olarak yaptığınız her harcama sadece kendiniz içindir.

Zaten siz Allah rızasını aramaktan başka bir gaye ile infak etmezsiniz.

İşlediğiniz her hayrın mükâfatı size tamamen verilir ve sizin hakkınız yenmez. [6,52; 18,28; 30,38-39; 76,9]

273 – Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir.

Bunlar yeryüzünde dolaşıp geçimlerini sağlama imkânı bulamazlar.

Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hallerini bilmeyen kimse, onları zengin sanır.

Ey Resulüm, sen onları simâlarından tanırsın!

Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.

Şunu bilin ki, hayır adına her ne verirseniz mutlaka Allah onu bilir.

Sadakalar din uğrunda kendilerini ilme, cihada adamış, Allah yolunda meşguliyetlerinden veya hastalık ve acizlik gibi engellerden dolayı nafakalarını kazanamayan fakirler içindir.

Bu âyette Allah Teâlâ, kendilerini tamamen İslâm hizmetine adamış, bu sebeple geçimlerini kazanamayan müminlere yardımcı olunmasını istemektedir. Ashab-ı Suffa (r.a) bu sınıfın başında gelirdi. Efendimiz (a.s.m) onlara İslâm’ı öğretir, başkalarına da öğretmek ve diğer hizmetler için onları hazır kuvvet olarak bulundururdu.

274 – Mallarını gece ve gündüz, gizli ve âşikâr olarak hayra harcayanlar var ya,

işte onların Rab’leri katında mükâfatları vardır.

Onlara korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.

Bu âyet’te teşvik edilen hayırlardan, birinci derecede zekât kasdedilir. İslâm’ın emrettiği şekilde zekât noksansız verilirse fakirlik son derece azalır. Ancak zekâtın harcanacağı yerler sınırlı olduğundan, zekât sarf edilmeyen yerlere ayrıca teberrûlar yapılır. Hayır dernekleri ve vakıflar bunların başında gelir.

275 – Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar.

Bu, onların “Alış veriş de faiz gibidir.” demelerindendir.

Halbuki Allah alış verişi mübah, faizi ise haram kılmıştır.

Her kime Rabbinden bir talimat gelir, o da faizden vazgeçerse, daha önce yaptığı muamele kendisi için geçerlidir, hakkındaki hüküm de Allah’a aittir.

Her kim tekrar faizciliğe başlarsa, işte onlar cehennemliktir, hem de orada ebedî kalacaklardır.

Burada kıyamette faizcilerin kabirden kalkma sırasında sar’a nöbetine tutulan hasta gibi olacakları bildirilmektedir.

Tarihe bakılırsa anlaşılır ki: İnsan toplumlarındaki bütün karışıklıkların, ihtilâfların sebebi şu iki kelimedir: 1-”Sen çalış ben yiyeyim.” 2- “Ben doyduktan sonra, başkasının ne hali varsa görsün.” İslâm birinci tutumu faizi haram kılarak, ikinciyi zekâtı farz kılarak ortadan kaldırır. Topluma huzur, barış, denge ve refah getirir.

Faizi alan da, veren de psikolojik ve sinirsel yönden yıpranır. Faizle para verenin aklı fikri parasında kalır, parasının dönmemesi tehlikesini yaşar. Borçlu ise paranın aslını ödemesi bile zorken, üstelik ağır bir faiz yükü ödeme angaryası sebebiyle yıpranır. Tansiyon ve kalb rahatsızlığı durumları ortaya çıkabilir. İktisat uzmanlarına göre kazanç yolları dört olup bunlardan üçü üretken, dördüncüsü değildir. Emek, sanat ve ticaret, bir de risk faktörü üretkendir. Zira eşyayı üretim yerinden tüketim yerlerine sevk etmekle riske mâruz kalır, değeri artar. Dördüncü yol faiz olup üretken değildir. Faizde risk yoktur. Zira borç, zarar tehlikesine mâruz değildir. Geri dönmesi garantili sayılmaktadır. Emek, zekâ ve maharetin semereleri, faiz kanallarından faizcilerin ellerinde toplanarak servet, tekelleşmeye gider. Fakirlik, işsizlik artar. İşsizlerde öfke yükselir, yağma hevesi ortaya çıkar. Toplumsal patlama başlayınca, faizciler cin çarpmış gibi sendeler, bütün emelleri altüst olur.

276 – Allah faizin bereketini eksiltir, zekât ve sadakaları ise nemalandırır.

Hem Allah kâfirlikte ileri giden, günahta ısrarlı hiçbir kimseyi sevmez.

277 – İman eden, yararlı işler yapanların, namazı hakkıyla ifa eden, zekât verenlerin…

İşte onların, Rab’leri nezdinde mükâfatları vardır.

Onlar için hiçbir endişe yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir. [5,100; 8,37; 30,39]

278 – Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer mümin iseniz geri kalan faizi terkedin!

279 – Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size savaş açıldığını biliniz!

Eğer faizcilikten tövbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir.

Böylece ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğrarsınız.

280 – Eğer borçlu sıkıntıda ise, kolaylığa çıkıncaya kadar ona mühlet verin!

Şayet bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin için daha da hayırlıdır.

281 – Öyle bir günde rezil olmaktan sakının ki,

O gün Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız,

Sonra her kişiye kazandığının karşılığı tamamen ödenecek

Ve kendilerine asla haksızlık edilmeyecektir.

282 – Ey iman edenler! Belirli bir vâdeye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu kaydedin!

Aranızda doğrulukla tanınmış bir kâtip onu yazsın!

Kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi (adalete uygun olarak) yazmaktan kaçınmasın da yazsın!

Üzerinde hak olan borçlu kişi akdi yazdırsın, Rabbi olan Allah’tan sakınsın da borcundan hiçbir şey noksan bırakmasın!

Eğer üzerinde hak olan borçlu, akılca noksan veya küçük veya yazdırmaktan âciz bir kimse ise,

onun velisi adalet ölçüleri içinde yazdırsın!

İçinizden iki erkek şahit de tutun!

İki erkek olmazlarsa, uygun göreceğiniz bir erkek ile iki kadının şahitliğini alın! Ta ki birinin unutması halinde ikinci kadın hatırlatabilsin.

Şahitler çağırıldıklarında, şahitlikten kaçınmasınlar!

Siz yazanlar da, borç az olsun, çok olsun, vâdesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin!

Böyle yapmak, Allah katında daha âdil, şahitliği ifa etmek için daha sağlam ve şüpheyi gidermek için daha uygun bir yoldur.

Ancak aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin bir ticaret olursa, onu yazmamakta size bir günah yoktur.

Alış veriş yaptığınız zaman da şahit tutun!

Ne kâtip, ne de şahit asla mağdur edilmesin.

Bunu yapar, zarar verirseniz, doğru yoldan ayrılmış, Allah’a itaatin dışına çıkmış olursunuz. Allah’a itaatsizlikten sakının!

Allah size en uygun tutumu öğretiyor. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilir. [8,29; 57,28] Kadınlarda duygusallık kuvvetli, hafıza kuvveti erkeklere göre biraz daha azdır. Hafızası erkeklerin çoğundan kuvvetli olan bazı kadınlar bulunabilir. Fakat hüküm kişilere göre değil, cinse göre, genel duruma göre verilir. Onun için, tek kadın değil de iki kadın şartı aranmaktadır. Fakat bu hüküm, genelde kadınların meşguliyet alanları olmayan ticaret alanındadır. Yoksa erkeklerin alanına girmeyen sahalarda tek başına iki kadının, hatta duruma göre tek kadının şahitliği yeterli sayılır. Bu ayetten, kadının, erkeğin yarısı sayıldığı anlamı çıkarılamaz. Erkek bulunsa dahi kadınların şahitliği geçerlidir. “ Ayetin ifadesine dikkat edildiğinde anlaşılacağı üzere iki kadının şahitliğinde, tanıklık eden yine bir kadındır. Yani nisabı doldurma bakımından bir kadın, bir erkek gibidir. Diğer kadının işi, hemcinsinin unutması veya yanılması halinde ona hatırlatmaktan ibarettir” (Diyanet, Kur’an Yolu).

Kur’ân-ı Kerim bu âyette nüzul ortamından çok ileri bir safhada insanlığın varacağı hukukî ve ticarî kurumları göz önünde bulundurmuş ve noterlik kurumunu tesis etmiştir. Okuma yazma bilenlerin bile son derece az olduğu, yazı malzemesi olarak kâğıdın bile bulunmadığı bir ortamda, çok ileri medenî toplumlarda ihtiyaç duyulacak kurumları başlatmak, Kur’ân’ın evrensel boyutunun delillerinden biridir.

Hakların böylece kaydedilmesinden şu üç fayda elde edilir: 1. Adalete ve istikamete en uygun iş yapılır. 2. Şahitliğin ifası en güzel şekilde yapılır. 3. Şüpheyi gidermede en uygun yol seçilmiş olur.

283 – Eğer yolculuk halinde iseniz ve kâtip bulamazsanız, o takdirde borç karşılığıda rehin alırsınız.

Şayet birbirinize güvenirseniz,

güvenilen kimse Rabbi olan Allah’tan korksun da

Üzerindeki emaneti ödesin!

Bir de şahitliği, görüp bildiğinizi gizlemeyin!

Bildiğini gizleyenin kalbi günahkâr olur.

Allah her ne yaparsanız bilir. [5,106; 4,135]

284 – Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır.

Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker.

Sonra dilediğini affeder, dilediğini azaba uğratır.

Doğrusu Allah her şeye kadirdir.

Bu âyet Bakara sûresinin dördüncü maksadı olan “ihsan” maksadını gerçekleştirir. Böylece, şimdiye kadar bildirilen hükümlerin müeyyidesi, yani dayandığı kuvvet belirtilir. Sûre mukaddimeden sonra iman hakikatlerini, İslâm’a dâveti ihtiva etmişti. Din binasının çatısı ve en güzel süsü ise, Allah’ı görüyorcasına bir hayat sürmek, ihsan makamına çıkmaktır.

285 – Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de!

Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.

“O’nun resullerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz.” dediler ve eklediler:

“İşittik ve itaat ettik ya Rabbenâ, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır.”

286 – Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.

Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir.

Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma!

Ya Rabbenâ! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!

Ya Rabbenâ! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma!

Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize!

Sensin Mevlâmız, yardımcımız! Kâfir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize! [6,152; 7,42; 23,62]

Bu iki âyet, bu uzun sûrenin hatimesidir. Dinin bütün esaslarına temas edildikten sonra sıra mühür basmaya gelmiştir. Sûrenin mukaddimesinde, bu kitaba iman edip emirlerini tutacak olanların hidâyet ve felâh bulacakları bildirilmişti. İşte hatimesi de ona iman eden cemaatin oluştuğunu ve Rab’lerinin onlara karşı muamelesini bildirmektedir.

Hz. Peygamber (a.s.m), bu hatimenin faziletine dikkat çeken hadisler buyurmuştur:

1. “Her kim geceleyin Bakara sûresinden bu iki âyeti okursa ona yeter.”

2. Allah Teâlâ Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana, Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz; kadınlarınıza ve çocuklarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salattır (namazdır), hem duadır, hem Kur’ân’dır.”

3. Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.a) demişlerdir ki: “Aklı başında hiçbir adam görmezdim ki, Bakara sûresinin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun.”

Exit mobile version